HAREMAĞALARI

Harem ve haremağaları, Osmanlı hayatının en enteresan mevzuları olarak görülmüştür. Erkek sineğin bile giremediği haremin disiplinini haremağaları temin ederdi. Bu sayede sarayda altı asır boyunca en ufak bir skandala rastlanmamıştır.
17 Eylül 2008 Çarşamba
17.09.2008

 Harem, Şark dünyasındaki evlerde kadınların yaşadığı ve yabancı erkeklerin giremediği kısımdır. Buranın disiplini ile meşgul olan bir grup var ki, bunların vaziyeti tarihin en ekzantrik konularından birisini teşkil eder: Haremağaları.
Haremağaları Osmanlılara mahsus değildir. Roma, Bizans, Çin, Mısır, İran ve Abbasî saray ve evlerinde de haremağaları vardı. Bazı Hıristiyan rahibeler manastırlarında ve kilise korolarında da bu zenci hadım köleler istihdam edilirdi. Osmanlılar bu geleneği devralmıştır. Hem padişah sarayında, hem de kibar konaklarında haremağaları vazife yapardı.
Çin sarayında vazife yapan son haremağalarından.
Çin sarayında vazife yapan son haremağalarından.

Afrika nere, İstanbul nere!

Haremağaları doğuştan hadım veya sonradan burulmuş kölelerdi. Afrikalı kabileler mağlup ettikleri düşmanlarını, hem zafer alâmeti, hem de düşmanın neslini kesmek üzere burup, köle olarak satarlardı. Merhametsiz kişilerin eline düşüp, bu hazin ameliyeye tabi tutulan zenci esirler de yok değildi. Ancak şer’î hukuka göre ve Osmanlı ülkesinde, insanlar bir yana, hayvanları bile burmak ve kısırlaştırmak suçtur. Nitekim insanları hadımlaştıranlara verilecek ağır cezâları bildiren 1715 tarihli bir fermandan bu açıkça anlaşılmaktadır.

Saraya giren haremağası buna “en aşağı” denirdi. Bunların aralarında da saraya giriş kıdemi mühimdi. Harem kapısını bekleyen 5 nöbet kalfalarının emrinde vazife yapar; zamanla bu acemilerin en eskisi nöbet kalfası olurdu. 

Nöbet kalfaları, harem anahtarlarını Darüssaade Ağası’ndan sayarak alır; harem kapılarını açıp kapar; tekrar ağaya teslim ederdi. Nöbet kalfasından sonra, ortanca rütbesi gelirdi. Bunlar 4 tanedir. Zamanla hâsıllı rütbesine çıkarlar. Hâsıllıların eskileri, nöbetle kapı nöbetçilerine nezaret eder. Hâsıllı, sonra kapı gulamı; sonra başkapı gulamı olur.

En aşağı ağa, sabah namazından iki saat evvel kalkar; kapı nöbeti için, 3 nöbet kalfasını ve ortancayı kaldırır. Fener ve şamdanları yakarlar.  Sonra Dârüsaade Ağası’nı kaldırıp, anahtarları alırlar. Bunlardan biri Fetih suresini okuyarak, mabeyn kapısını açar; akşam padişah hareme geçince, bu sefer Mülk suresini okuyarak kapıyı kilitler.
Son devirde, mesireye giden harem halkı ve harem ağaları. 

Son devirde, mesireye giden harem halkı ve haremağaları.

Haremin dışarıyla irtibatı

Saraydaki haremağaları padişah haremine bitişik bir dairede yaşarlardı. Zaman zaman hareme girmeleri, hadım oluşları sebebiyle, tesettür kaidelerine aykırı görülmezdi. Yine de hareme girmez, aracı talimatlarla işlerini yürütürlerdi.

Padişah hareme çekilmişse, kendisine haber ulaştırmak gerektiğinde, Harem ile Mâbeyn arasında nöbet tutan haremağasına söylenir; o da içerideki nöbetçi haremağasına haber verir, bu da padişah hizmetindeki hazînedar usta câriye vâsıtasıyla haberi padişaha arzederdi. Haremin dışarıyla irtibatını haremağaları temin ederdi.

Harem Ağası

Hayrat sahipleri

Sarayda devamlı padişahların yanında bulunup, onları nükteleri ile eğlendiren ve basit hususî işlerine bakan nedim veya musâhibler vardı. Bu vazife son devirlerde haremağalarına verilmiştir. Haremağaları, fevkalâde hassas ve dindar kimselerdi. İçlerinde ilme, şiir ve musikiye istidadı olanlar az değildi. Hayır ve hasenatları ile ülkeyi donatmışlardır.

Beşiktaş’ta Abbas Ağa, Fatih’te Mehmed Ağa, Kadıköy Cafer Ağa, Babıali’de Beşir Ağa câmileri harem ağalarının hayratıdır. Beyoğlu’ndaki Ağa Câmii de dârüssaade ağası Mahmud Ağa tarafından yaptırılmıştır. Sultan I. Mahmud’un ağalarından Beşir Ağa, haremağalarının en meşhurlarındandı. Aynı zamanda bir Nakşî halifesi idi.

Sultan Hamid hareminin ağalarından Abdülgani Ağa tam bir kitapseverdi. Vakfettiği hepsi el yazması üçyüze yakın kitabı, Süleymaniye kütüphanesindedir. Akağaların hayratı da pek çoktur. Cağaloğlu’nda Firuz Ağa, Çemberlitaş’ta Atik Ali, Karagümrük’te Mesih Paşa, Eyüp’te Davud Ağa camileri bunlardandır. Her iki kısım ağaların ayrıca çok sayıda çeşme hayratı vardır.

Yüksek bir memuriyet

Haremağalarının başında dârüssaade ağası (kızlar ağası) bulunurdu. Dârüssaade ağası Haremeyn (Mekke, Medine) ile selâtin (padişah) vakıflarının nâzırı idi. Bu itibarla protokolde sadrazam ve şeyhülislâmdan hemen sonra gelirdi. Padişahın hareme dair emirlerini, alâkadarlara tebliğ ederdi. Bütün merasimlerde padişahın yanında idi. Sürre alayı gönderilmesinde, padişahın gezintiye çıkmasında, düğünlerde, doğumlarda baş rolde idi.

Zenci ve hadım bir kölenin, böylesine mühim ve itibarlı bir makama getirilmesi, Osmanlılardaki demokratik sınıf anlayışının göstergesidir. Ayrıca, haremağası olarak istihdam edilmeleri, bu biçareler için bir geçim kaynağı teşkil etmiştir. Bu, dünyanın hiç bir yerinde rastlanamayacak ince bir insaniyet numunesidir.

Harem Ağası

Mühürlü küp

Dârüssaade ağaları içinde şehzâdelere lalalık yapacak kadar kültürlü olanları vardı. Şehzâdeler, dârüssaade ağalarının dairesinin ikinci katında çeşitli hocalardan ders görürdü. Burada şehzâdelerin su içtiği musluklu küpü, emniyet mülahazasıyla dârüssaade ağası doldurup ağzını mühürlerdi.

Bu salonda sultanlar ve bazı câriyeler de ders görürdü. Haremağalarının alıp getirdiği hoca salona önceden girip oturur; önünde iki kat kafesli perdenin arkasına da hanımlar otururdu. Ders bittikten sonra önce hanımlar; sonra hoca ayrılırdı. Böylece hoca hanımları, hanımlar hocayı görmez; sadece sesini işitirlerdi.

Akağalar

Sarayda devlet adamlarının yetiştiği Enderun mektebinde disiplini, haremdeki kızlar ağasına paralel olarak, akağalar da denilen beyaz hadımağaları temin ederdi. Bunların başında bâbüssaade ağası (kapı ağası) bulunurdu.

Akağalar, Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusunun Bâbüssaade denilen kapısını açıp kapamakla vazifeli idiler. Sefer ve sulh zamanlarında padişahın yanından ayrılmazlardı. Akağalardan Hadım Süleyman Paşa, Hadım Sinan Paşa gibi kahramanlığı ile nam yapan sadrazamlar çıkmıştır. Fatih semtindeki câmisiyle meşhur Mesih Paşa da bir akağa idi.

Akağaların yüzü ak oldu!

Akağalarla haremağaları arasında iyi süvariler vardı. Spor takımı kurup aralarında cirit veya çevgen oynayıp müsabaka yaparlardı. Haremağalarının takımına lahanacı, akağaların takımına bamyacı denirdi.

Bir defasında Çinili Meydan’da oynanan cirit oyunu saatlerce kıyasıya sürmüş; akağalar siyahî haremağalarına galip gelince de oyunu seyreden padişah Sultan II. Mahmud “Akağaların yüzü ak oldu!” diye latife etmişti.

Harem Ağası

Ağaların akibeti

Sultan II. Mahmud zamanında Evkaf Nezâreti kurularak, dârüssaade ağalarının vakıflar üzerindeki salahiyetleri kaldırıldı. II. Meşrutiyet’ten sonra da protokoldeki dereceleri indirilerek nüfuzları azaltıldı.

Hilâfetin kaldırılıp hanedanın yurt dışına sürülmesi üzerine saraylardaki haremağaları ve câriyeler buradan çıkarıldı. Haremağaları, kendi aralarında yardım sandığı oluşturacak kadar teşkilâtlı bulundukları için bu düşkün zamanlarında birbirlerine yardım edebildiler.

Osmanlı Devleti'nde harem-i hümayun kadınlarının ve Enderun-ı hümayun oğlanlarının başında hadım ağalarının bulunmasının sebebini izah etmeye bilmem lüzum var mı? Bu sayede 600 yıl boyunca Osmanlı sarayında Avrupa’dakilere benzer en ufak bir skandala rastlanmamıştır.

Sümbül Ağa

Musa Anter anlatıyor: “1941’de İstanbul’a geldiğimde bu hadım harem ağalarından 35 tanesi hayatta idiler. Baş harem ağası Sümbül Ağa da hayatta id. Sultan Hamid devrinden kalma uzun boylu, temiz giyinişli, gümüş bastonlu idi. Kadıköy vapuruna gelince herkes hürmeten ayağa kalkar, yer verirlerdi. Saray dağılınca bunlar sokakta kalmışlar. Zenginler bunları sadaka ile besliyormuş. Bir gün Falih Rıfkı bu hadiseyi şöyle anlattı: Bu garibanlar perişan olmuşlardı. Halbuki sarayda büyümüş, efendi, bilgili insanlardı. Bir gece Atatürk’e anlattım. Yok be, dedi, üzüldü ve şu talimatı verdi: Sirkeci’de sultanlardan kalma bir han vardır. O hanın gelirini bunlara verin ve Kadıköy’de de yine sultanlardan kalma bir köşk var. Hepsi orada ömür boyu yaşasınlar. Zaten evlatları yok. Ölünce yerler yine hazineye kalacaktır. Bu emir yerine getirilmişti ve ben gördüğüm zaman epey rahat bir yaşantıları vardı.

Suadiye'de otururken komşumuz Bekir Bey’in kayınvalidesi saraylı bir Çerkez hanımefendisi idi. Saraydan tanış olduğu için Bekir Bey sık sık Sümbül Ağa’yı davet ederdi. Davette ben de bulunurdum. Arapça biliyordu. Benim de Arapça bildiğimi öğrenince çabuk anlaştı. O kadar ki dedem yerinde olmasına rağmen çok samimi olmuştuk. Bana o zaman kıt olan kahve ve hurma Nusaybin’den gelirdi. Ben de ağaya ikram edince çok memnun olurdu. Nereli olduğunu bilmiyordu. Ancak vapurla İstanbul’a geldiğini hayal meyal hatırlıyordu. Bir aralık cinsi hissini kendisinden sordum. Şöyle anlattı: Evladım 3-4 yaşında iğdiş edildik. O vakit bir çocukta ne his varsa, bizde de odur. Anlatıyorlar erkeklerdeki arzuyu. O, bizde yoktur. Baksana saç, kaş ve kirpiklerinden başka bende hiç tüy var mıdır? Bunlar da çocukluktan kalmadır. Saray hatıralarını bir çocuk saflığıyla anlatırdı.” (Hatıralarım, s. 312)

Harem Ağası

Nâdir Ağa’nın hikâyesi

Sultan Hamid’in haremağalarından Nâdir Ağa, hakkında en çok bilgi olan ağalardandır. 1957 yılında vefat eden Nâdir Ağa’nın hatıraları yıllar sonra bir tarih mecmuasında neşredilmişti.

Sultan Hamid’in hal’inde Yıldız Sarayı’nı teslim alan Gâlip Paşa kendisini, “Yetişme tarzından umulmayacak kadar zeki, zarif, ahlâklı ve medenî cesareti olan genç bir siyahî” diye tarif eder. Sultan Hamid tahttan indirildikten sonra, darbecilere hazinenin yerini söylemeyen birinci musahib Cevher Ağa asılmış; bunun üzerine ikinci musahib Nadir Ağa kendisinden isteneni yaparak canını kurtarmıştı.

Enteresan olan bir şey de Nâdir Ağa’nın saraydan çıkarıldıktan sonra, vaktiyle biriktirdiği para ile Göztepe’de bir bahçe alıp, Kırım inekleri besleyerek ülkemizde ilk defa şişe sütü üretmesi ve bununla geçinmesidir.

Nâdir Ağa, Habeşistan’ın en güneyinde Kenya sınırındaki filleri ve vahşi hayvanlarıyla meşhur Limnu köyünden çocukken kaçırılıp iğdiş edildikten sonra esircilere satılır. Döne dolaşa Mekke’ye getirilir. Zayıflığı sebebiyle kimsenin itibar etmediği çocuğa Mekke şerifinin annesi sahip çıkar. O günlerde Sudanlılar bir şekilde Sultan Hamid’in itimadını kaybeder; padişah, “Artık sarayda Sudanlı görmek istemiyorum” der.

Nâdir Ağa böylece 1880 yıllarında beş-altı yaşında iken İstanbul’a getirilip saraya alınır. İlk gelişinde dil bilmeyen çocukla padişah Arapça konuşur. Zekâsıyla dikkati çeker. Padişahın itimadını kazanır. İkinci musahipliğe kadar yükselir. Ancak ailesinin vaziyetini hep merak etmektedir. Padişah da bundan haberdardır.

Habeş İmparatoru I. Menelik’in sefiri İstanbul’a geldiği zaman, padişah kendisinden Nâdir Ağa’nın ailesini soruşturmasını rica eder. Ancak aile bulunsa bile saraydan ayrılmayacağına dair Nâdir Ağa’da söz alır. Kendisini sefir Maşaşa’ya takdim eder. Limnu’dan olduğunu öğrenince alâka gösterir; “Bizim ailemiz de oradandır” der ve dönüşünde ailesini araştıracağına söz verir.

Sefirden bir müddet haber gelmez. Padişah Nâdir Ağa’yı gördükçe, “Maşaşa bizi unuttu” der. Günün birinde saraya Habeşistan’dan büyük bir paket ve mühürlü bir mektup gelir. Sefir, Fransızca mektubunda özetle şöyle demektedir: “Sizin işinizle imparator bizzat ilgilendi. Limnu’ya tahkikat için Addis Ababa’dan bir heyet gönderdik. Maalesef ailenizden kimseyi bulamadık. Tahkikat neticesinde ailenizin Kenya’ya hicret ettiğini öğrendik. Bütün arzumuza rağmen size sevinçli bir haber verememekten dolayı özür dileriz. Pakette Limnu civarına ait iki yekpare fildişi, bir külçe altın, imparator tarafından size birinci rütbeden iki kıta arslan nişanı gönderilmiştir.”

Mısır'da son haremağaları.
Mısır'da son haremağaları.