BOĞAZ'I DONDURAN KIŞLAR GERİDE KALDI

Bir zamanlar defalarca İstanbul Boğazı donmuş; İstanbullular yürüyerek karşıya geçmiştir.
20 Ocak 2010 Çarşamba
20.01.2010

Kışların eskisi kadar şiddetli geçmemesini bazıları küresel ısınmaya bağlıyor. Halbuki havalar, 25, 50, 100, 1000 senelik gibi mevsim periyodlarına göre değişir. Belki 250 sene evvel de kışlar böyle idi. Kim ne derse desin, bizim nesil şiddetli kışlara, adam boyu yağan karlara, insanı korkutan buz sarkıtlarına, göz gözü görmeyen tipilere yetişmiştir. Vaktiyle İstanbul’da Haliç, hatta Boğaz donarmış. Evliya Çelebi bir damdan ötekine atlarken kedilerin bile donduğunu anlatıyor. Mecidiyeköy’e, Levent’e kurtların indiği çok uzak bir zaman değildir.

Derya dondu

Sabah kalkarsınız, ev boyu kar yağmıştır. Dışarı çıkmak mümkün değildir. Elinize kürek alıp karı küreyeceksiniz. Böyle açılan yolun iki tarafındaki karın aylarca kaldığı olurdu. Sadece yolu değil, çıkıp bacayı da küremek lâzımdı. Yoksa maazallah evi çökertirdi. Sokaklar günlerce buz tutar, yürümek zorlaşırdı. Pabuç üzerine lastik giyilir; bir de kaymamak için bez bağlanırdı. Zaten kışın mecbur olmadıkça dışarıya çıkılmazdı.

Kış geceleri evler eğlenceli olurdu. Erkekler selâmlıkta, kadınlar haremde toplanıp sohbet eder, oyun oynardı. Mısır patlatılır, kestane közlenir, kahve içilirdi. Çay henüz hayatımıza girmemişti.

Sultan Genç Osman zamanında şiddetli soğuklar oldu. Boğaz dondu. Şair “Bin otuzda derya dondu, bendeniz geçtim” diye tarih düşürmüştür. Rumeli’den İstanbul’a iaşe getiren gemiler limana yanaşamadı. Pahalılık, ardından kıtlık, padişaha tahtını ve hayatını kaybettirdi. Benzeri soğuklar kardeşi Sultan İbrahim zamanında da oldu. Bu padişah da tahtını ve hayatını kaybetti.

Eski insanlar, başa gelen afetlerden birisini mesul tutardı. Avrupalılar veba salgınını Yahudilerin suçu olduğuna inanırdı. Bizde de bu soğukları, padişahtan bildiler. Sokakta hâli beğenilmeyen birine rastlanınca “Gözün kör olsun Mazhar Osman, nasıl görmedin bunu?” denirdi. Malum, Mazhar Osman akıl hastanesinin baştabibi idi. Bunun gibi, havaların iyi gitmemesi de Kandilli Rasathanesi müdürü Fatin Gökmen’den bilinirdi. Fatih Hoca da, “Bu Boğaz, bu Haliç, bu körfez, bu tepeler oldukça, İstanbul’da hava tahmini hayaldir. Bir günde dört mevsim yaşanır” derdi. İstanbul’un değişken havasını kadına benzetirlerdi. 

Refik Halid der ki: “İstanbul havasındaki dört mevsim kararsızlığını, düzensizliğini, densizilğini şöyle tarif edebiliriz: Duvarda asılı duran takvim yere düşmüş, yaprakları zamklı köşesinden yarılarak odaya gelişi güzel dağılmıştır. Okuması yazması olmayan hizmetçi bunları toplamış, rastgele istif etmiş ve tekrar yerine koymuştur. İstanbul’da gerçek takvim, takvimcinin sıraladığı değil, işte ümmi hizmetçinin üstüste dizdiği ve 1 Mayıs yerine İkincikânunun herhangi bir gününü koyuverdiği deli fişek takvimdir.” (Tan, 3/V/1944)

Kış odası

Kış gelmeden evlerde bir hazırlık başlardı. Yün döşekler, yorganlar sökülüp yıkanır, didiklenir, serilir, sonra tekrar dikilirdi. Pazenler, fitilli pamuk hırkalar, pantuf terlikler, kürkler çıkarılırdı. Trikolar yoktu. Pazen, kadife, çuha kumaşlar yün ve pamuk ile kapitone edilir; hırka, yelek, ceket niyetine giyilirdi. Hemen herkes kürk giyerdi. Kürk boldu, çok da pahalı değildi. Ancak kürk şimdikinin aksine, çuha, kadife dış giysinin içine dikilir; elbisenin yakası üzerine devrilirdi. En şiddetli soğuklardan birinin yaşandığı Sultan İbrahim zamanında samur kürke çok rağbet olmuştu. O devre “Samur Devri” adı verilir.

Evler, geniş, yüksek tavanlı, ahşap evlerdi. Her tarafı üfürdüğü için, çaputlarla delikler tıkanırdı. Pencere kenarları unlanır, kâğıtlanır; kapı önlerine perdeler takılırdı. Duvar ve sedirler halılarla, zemin hasır üzeri kat kat sergilerle kaplanırdı. Böylece bütün bir kışın geçirileceği kış odası hazırlanırdı. Soba bu odada yanar; ev halkı burada otururdu. Diğer odalar soğuk olurdu. Onun için dışarı çıkarken ayrıca bir yelek veya hırka giyilirdi. Mutfak Sibirya gibiydi. Hele helâya çıkmak bir ölümdü.

Kış kileri de mühimdi. Kavurmadan, turşuya, pekmezden, patlıcan, biber, vişne, armut, dut kurusuna kadar kışa ne lâzımsa burada depolanırdı. Kavun, karpuz, üzüm bile asılarak muhafaza edilirdi. Şimdiki gibi turfanda yaygın değildi. Seyyar satıcı kadrosu bile kışın değişirdi. Sabah veya gece simitten başka, akşamları tahin-pekmez satıcısı; ardından evinde turşu kurmayan veya kuramayanlar için “Lahana biber turşusu, haniya bunun ekşisi” diye bağıran turşucu; sonra “Buuuzaaa” diye bağıran bozacı; ya da sırtında güğümü ile salepçi, öte yandan “Usta yapar, çırak satar!” narasıyla mısır ve buğday patlağı.

Mangal başı

İlk zamanlar ocaklar vardı. Odun yanardı. Kömür yoktu. Odalar iyi ısınmazdı. “Önünüz kavurga kavurur, arkanız harman savururdu.” Ocak başı itibarlıydı, herkese düşmezdi. Yaşlılar öne kurulur; çocuklar yanlarında; gençlerin kedi kadar şansı yoktu. Köylük yerlerde tandır yakılır, ev halkı etrafına dizilirdi. Kömür kullanılmaya başlanınca mangal yayıldı. Üzerinde yemek pişer, kahve pişer, kestane kavrulurdu. Bazıları elinde maşa mangal karıştırmayı iş edinirdi.

Mangal başı sohbet erbabı için bulunmaz mekândı. Onun için şair “Mangal başı kış gününün lâlezârıdır” demişti. Mangal, pirinç, bakır veya sacdan olurdu. Ayaklı pirinç mangal makbuldü. Gövde ayrı, içine konduğu ayaklı kısım ayrıydı. Bu kısım odada durur, mangal dışarıda yakılıp getirilirdi. En âdisi topraktan ters koni biçiminde olur; iyi pişmemiş ise arada bir çatlardı.

Titiz kimseler odunu, kömürü yazdan alınırdı. Çokları güzün alır; kışa bırakana iyi gözle bakılmazdı. Üstelik bunlar satıcının insafına kalırdı. Eskiden İstanbul’a develerle Trakya kömürü gelirdi. Odun ise merkeplerle satılırdı. Gemiler Kuruçeşme’ye Bulgaristan’dan kömür getirip indirirdi. Kışın sokak aralarında kızakla kömür satan olurdu. En makbulü meşe kömürü idi. Bunun elenerek tozu ayrılanına eleme denirdi. Daha pahalıydı. Bu kömürün yanarken sesini dinlemek bile zevk verirdi.

İyice yanıp kömürleşmemiş parçalara marsık denirdi. Alınan kömürde bunların olmamasına dikkat edilirdi. Bunlar mangalda kokar ve baş ağrıtırdı. Bazı satıcılar kömürü ıslatıp ağır çekmesini sağlardı. Bu kömür yanarken ıslık gibi ses çıkarırdı. Buna sidikli kömür denirdi. Mangala dizilen kömür çıra ile tutuşturulup üzerine borusu konur, hindi tüyünden yelpazesiyle yelpazelendikten sonra sacayağına oturtulurdu. Üzerine de kokmasın diye kesme şeker konurdu.

Mangal limon kabuğu ile ovulurdu. Eski ahşap evlerde en büyük tehlike mangal devrilmesiydi. Ekseriya çocukların ayağı veya kadınların eteği takılır, kömürler etrafa saçılırdı. Mangal, adamı çarpardı. İyi yanmamış mangal, odayı zehirli gazla doldururdu. İyi yansa bile zamanla odanın oksijenini tüketirdi. Ümitsiz bazı âşıklar, yeni tutuşturulmuş mangalı odalarına alır; sigara yakıp uzanarak romantik şekilde acısız ve uykuda intiharı moda hâline getirmişti. Havagazı çıkınca unutuldu.

Sobanın çıkışı yenidir. Soba çıktığında o kadar kolaylık getirdi ki, “Sobayı bulan iman ehli ise Allah Cennet-i âlâda yer versin; gâvur ise iman nasip etsin” diye dua etmişlerdi. Her odada soba yakmak zenginlere mahsustu. Bir odada yanar, gece diğer odaların havası mangalla kırılırdı. Sobaların da mangal gibi çok zarifleri vardı. Eskiyen, delinen sobalar da sac ile yamanırdı. Sonra kuzine çıktı. Hem ısınma, hem yemek pişirme için ideal idi.

Kaloriferin girişi daha da yenidir. Vâkıa kalorifere benzer bir sistemi Romalılar zengin evlerinde kullanırdı. Doğubayezid’de 17. asırdan kalma İshakpaşa Sarayı‘nda kalorifer tesisatı vardır. Modern usulde kalorifer 1850’lerde İngiltere’de bulundu. İlk parçalı radyatör ise 1899’da Amerika’da imal edildi. Osmanlıların son zamanlarında bazı resmî binalarda kalorifer tesisatı kurulmuştu. Yayılması 1950’lerden sonradır.