ASIRLARDIR HUZURA HASRET BİR DİYAR: LÜBNAN

Lübnan, gerek coğrafyası, gerek etnik yapısı ve gerekse idare tarzı itibariyle şüphesiz Orta Doğu’nun en enteresan ülkelerinden biridir. Bu sebeple asırlardır dünya gündeminden bir an olsun inmiş değildir. Bu haliyle de ineceği yoktur.
4 Haziran 2008 Çarşamba
4.06.2008

Hükümet buhranı Türkiye'nin gayretleriyle çözüldü. Ancak Lübnan, gerek coğrafyası, gerek etnik yapısı ve gerekse idare tarzı itibariyle şüphesiz Orta Doğu’nun en enteresan ülkelerinden biridir. Bu sebeple asırlardır dünya gündeminden bir an olsun inmiş değildir. Bu haliyle de ineceği yoktur.

Vaktiyle Lübnan, Suriye’nin bir parçasından ibaretti. Ancak nüfus yapısındaki hususiyet, ayrı bir ülke gibi kabul edilmesine sebep olmuştur. Ülkede pek çok din ve mezhep mensubu yaşar. Bu sebeple eskiden beri hususî bir şekilde yönetilir. Sosyal, politik, ekonomik ve en mühimi demografik değişiklikler, memleket hayatında krizler doğurmuştur. Nitekim biz yeni yetişirken ülkede dehşetli bir iç savaş vardı. Çok kan döküldü. Orta Doğu’nun Paris’i denilen Beyrut harabeye döndü. Binlerce insan ülkesini terk etti. Ama 14 yıl süren çatışmalardan kimse bir şey elde edemedi.

 

İMTİYAZLI OSMANLI İDARESİ

Antik Çağ’da Akdeniz’in en hareketli Fenike ticaret kolonileri Lübnan’da idi. Hazret-i Ömer zamanında Müslümanların eline geçti. Bir ara Haçlılar bölgeyi işgal ederek feodal beylikler kurdu. Osmanlılar, 1516 yılında Lübnan’ı Memlüklerden fethetti. Bundan sonra ülke, Şam vilâyetine bağlı Hıristiyan Marunî mezhebinden yerli emirler vasıtasıyla idare edildi. Ma’n ve Şihab adlı emir aileleri, hem kendi aralarında hem de ülkede güçlü bir topluluk teşkil eden Dürzîlerle mücadele halindeydi. Yıllar sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa Lübnan’ı işgal etti. Bu arada ülkedeki Hıristiyanlar ayaklandı. Ülke harab oldu. 1840 yılında Osmanlı, İngiliz ve Avusturya kuvvetlerinden oluşan bir deniz filosu Mısır askerlerini çekilmeye mecbur etti. Bu zengin bölgede Haçlı muharebeleri devrinden kalma bir hakkı olduğunu düşünen Fransa, kendisiyle aynı mezhepte olan Marunîleri, Dürzîlere ve Bâbıâli’ye karşı kışkırtmaktaydı, Dürzîlerin kışkırtıcısı ise İngiltere idi. Bu şartlarda iki halk arasındaki gerginlik iç savaşa dönüştü. Bâbıâli duruma el koydu. 1842’de ülke Sayda’daki Osmanlı valisine bağlı çifte kaymakamlığa ayrıldı. Kuzeyde Marunîlerin nüfuz bölgesinde Marunî; Dürzîlerin kesif olarak bulunduğu güneyde ise Dürzî kaymakam görev yapacaktı. Her kaymakamın maiyetinde diğer mezheplerden temsilciler vardı.

FRANSIZ İŞGALİ

Fransa, bundan da memnun kalmadı. 1860 yılında Dürzîlerle Marunîler arasında çatışma çıkmasına sebep oldu. Hâdiseler Şam’a da yayılarak bir Hıristiyan katliamı hâline geldi. Başta Şam valisi olmak üzere hâdisede ihmali görülenler ağır cezalandırıldı. Zarar gören halka tazminat ödendi. Ancak Avrupa’nın müdahalesine engel olunamadı. Bölgeye muhtariyet verildi. Artık Lübnan, İstanbul’dan tayin olunan vezir rütbesinde bir Hıristiyan mutasarrıf ve maiyetinde her mezhepten temsilcilerin bulunduğu bir meclis tarafından yönetilecekti. Böylece hâdiseler 1914 yılına kadar durulur gibi oldu. Ekonomik, sosyal ve kültürel bir terakki görüldü. Avrupa ve Amerika ile münasebetler arttı. Hatta ilk defa buralara bir göç yaşandı. Ancak idareyi ellerinde tuttukları halde durumdan hiç memnun olmayan Marunîler, Arap milliyetçiliği fikrini geliştirdi. Fransa’yı da daima arkasında buldu. Böylece ileride ülkede Fransız idaresinin temelleri atılmış oldu. 1916 yılındaki Arap ihtilali neticesinde Osmanlılar ülkeden çekildi. Şerif Hüseyin Paşa bölgeye hâkim olduysa da, Marunîler Fransa’nın yardımıyla iktidarı tekrar ele aldılar. Ardından Fransa, Suriye ve Lübnan’ı işgal etti. Fransız manda idaresi zamanında üst seviyede makamlar hep Hıristiyan azınlığa verildi. Fransa, Marunîleri açıkça himaye ediyordu. Bu, tabiatıyla Müslümanların hoşuna gitmedi. Ortodokslar da onların safında yer aldı. II. Cihan Harbi esnasında ülkede gerginlik arttı. Halk ayaklandı. Fransa 1946 yılında askerlerini çekmek zorunda kaldı. Lübnan istiklalini kazandı.

İSTİKLAL VE KARGAŞA

1943 anayasası ile cumhurbaşkanı Marunî, başbakan Sünnî, meclis başkanı Şiî ve başbakan yardımcısı Ortodokslardan olacak; mezhepler mecliste de nüfuslarına göre temsil edilecekti. Korporatif federalizm denilen bu sistemin Avrupa’daki en tipik misalleri Belçika, İsviçre ve Kıbrıs’ta uygulanmıştır. Lübnan anayasası oldukça demokratik olmakla beraber, birtakım dış hesaplaşmalar, ülkenin jeopolitik, ticarî, malî bakımdan iştah kabartan durumu, anayasanın rahatça tatbikine imkân vermemiştir. Çeşitli kalabalık etnik grupların yaşadığı Lübnan ve benzeri ülkelerde bu sistem dışında bir hâl tarzının varlığından bahsetmek de kolay değildir. Mühim olan sistemin doğru ve tam manasıyla tatbikini temin edecek şartlardır. Zamanla başta Filistinlilerin ilticasıyla olmak üzere, Müslüman nüfus arttı. Ama nüfus sayımı yapılamadığından, temsil nisbetleri aynı kaldı. Bu da halk arasında huzursuzluğu arttırdı. Nihayet 1975 yılında ülke kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Hıristiyanlar, düzenin devamını savunduğu için sağcı; Müslümanlar ise düzenin değişmesini istediği için solcu olarak anıldı. Binlerce kişi öldüğü iç savaş sebebiyle ekonomi çöktü. Suriye ve İsrail ülkeyi defalarca işgal etti. Arap Birliği’nin ön ayak olmasıyla 1989 tarihinde Taif’te sulh anlaşması imzalandı. İç savaş sona erdi. Ancak problemler çözülmediği için, huzursuzluk bitmedi. İran ve Suriye destekli Şiîler, Hizbullah yoluyla terör estirip nüfuz kurmak istediler. Bu sebeple İsrail ülkeyi defalarca bombaladı. Politikacılar, birer ikişer öldürüldü.

TAM BİR MOZAİK

Lübnan’da feodal bir yapı vardır. Edde, Sulh, Kerâmî, Canbulad, Cemâyel, Şamun, Selam, Esad ve Aslan gibi ülkenin tanınmış aileleri, idarede de söz sahibidir. Politika Lübnan’da bir aile işidir. Osmanlıların son yıllarında 450 binlik nüfusun, Marunîler neredeyse yarısını, Ortodokslar 1/8, Katolikler 1/13, Sünnîler 1/26, Şiîler 1/17, Dürzîler 1/9 kadarını, Protestanlar ise yüzde birinden azını teşkil etmekteydi. Ülkede en son 1932 yılında nüfus sayımı yapılmıştı. O zaman Hıristiyanların nisbeti % 53 idi. Ülkedeki Hıristiyanlar Arap asıllıdır. Arapça konuşan Dürzîler de Şia’nın aşırı bir fırkasıdır. Yakın tarihlerdeki nüfus tahminlerine göre, Marunîler %30, Sünnîler %20, Şiîler %18, Ortodokslar %10, Katolikler %6, Dürzîler %6, Ermeniler %5 ve diğer gruplar %5 nisbetindedir. Her mezhebin kendi partisi ve buna bağlı milis gücü vardır. Bu arada Lübnan’a iltica eden ve çoğu zor şartlar altında acıklı bir hayat süren yüzbinlerce Filistinli, durumu iyice çetrefilleştirmiştir. İdareyi elinde tutan Marunîler, ekserisi Sünnî Müslüman olan bu mültecileri, ileride Sünnî nüfusun ekseriyete ulaşmasından korktuğu için vatandaşlığa kabul etmemektedir. FRANSA’NIN TARİHİ HAKLARI Fransa, bölgede Haçlı Seferlerinden kalma bir hakkı olduğu iddiasındadır. Kendi ülkesinde laikliği benimsediği halde, kendi mezhebinden kabul ettiği Orta Doğu Hıristiyanlarının hâmisi sıfatını takınmıştır. Ülkenin ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yapısına Fransa damgasını vurmuştur. Lübnan’ı asırlardır bölgenin hâkimi durumundaki Müslümanlardan bir vâris sıfatıyla devralan ve bundan sonra dört yüz yıl da elinde tutan, öte yandan bölge halkının ekserisiyle aynı dinde bulunan Türklerin böyle bir hak iddia etmeyi düşünmemesi enteresandır. Amerika, bölgede Fransa ve Almanya’nın gözle görülür nüfuzundan rahatsızdır. Dürzîlere öteden beri desteği vardır. Son yıllarda Suriye’ye baskı yaparak askerlerini Lübnan’dan çekmesini sağladı. Ülkede Şiîlerin ve bunların temsilcisi mevkiindeki Hizbullah’ın İran desteğiyle giderek güçlenmesi üzerine doğan siyasî kriz, son günlerde dış ülkelerin de müdahalesi ile çözülür gibi oldu. Hizbullah, şiddet faaliyetlerinden vazgeçmesi karşılığında hükümete angaje edildi. Suriye, Hizbullah’a arka çıkmamaya söz verdi. Bu işte Arap Birliği ile beraber hareket eden Türkiye de önemli bir rol oynadı. Bu da, aktif politikasıyla Orta Doğu’da giderek söz sahibi ülke durumuna geldiğini göstermesi bakımından dikkat çekici ve oldukça ümit verici bir gelişmedir.

SİYASİ BOMBALAR

Kanlı iktidar mücadelelerinin hiç eksik olmadığı Lübnan’da zaman zaman dünyada büyük yankı uyandıran ‘siyasi bombalar’ patlıyor. Eski başbakanlardan Refik Hariri’nin hayatını kaybettiği suikast teşebbüsü bunlardan biriydi. Başkent Beyrut’un sokaklarını harap eden, 2005’in Şubat ayındaki saldırıda, çok sayıda kişi ölmüştü. Suikast, 1970’lerde yaşanan iç savaşın korkularını hortlatmıştı.

 

Dürziler, ülke idaresinde hayli söz sahibi bir azınlık.

 

Fransız askerleri ülkeyi işgal ediyor (1918)

Beyrut: Dört asırlık Osmanlı şehri.