SÜRGÜNDE ESKİ TEŞRİFAT: NÂİLE SULTAN

Ortaköy’de sahil yolunun üst kenarında bir yalı vardır. Bunun Sultan II. Abdülhamid’in her biri ibretli hayatlar yaşayan kızlarından Nâile Sultan’a ait olduğunu bilen kalmamıştır.
21 Ekim 2019 Pazartesi
21.10.2019

Ortaköy’de sahil yolunun üst kenarında bir yalı vardır. Bunun Sultan II. Abdülhamid’in her biri ibretli hayatlar yaşayan kızlarından Nâile Sultan’a ait olduğunu bilen kalmamıştır.

Nâile Sultan’a, Sultan Mecid’in kızlarından olup Çerkez Mehmed Paşa ile evliyken genç yaşta vefat eden halasının ismi verilmişti. Annesi Dilpesend Kadınefendi (1865-1901) güzel, mahzun, sessiz ve mütevazı bir Çerkez kızıydı. Sarayda yetişmişti. Sultan Hamid severek evlenmişti. Ama genç yaşta amansız bir hastalıktan vefat etti.

Annesini 17 yaşında kaybettiği için, Sultan Hamid bu kızına ayrı bir düşkünlük gösterirdi. İki kızını Gazi Osman Paşa’nın iki oğluna veren padişah, Nâile Sultan’ı da Paşa’nın üçüncü oğlu erkân-ı harb zâbiti Cemaleddin Bey’e vermeyi düşünüyorken, Gazi Osman Paşa ölüp, oğlu Kemaleddin Paşa’nın Naîme Sultan’dan tatsız bir şekilde ayrılması üzerine vazgeçti.


Nâile Sultan'ın çocukluğu

Sadrazam namzedi damat

Nâile Sultan, 27 Şubat 1905’te Germiyanzâde Ârif Hikmet Bey (1872-1942) ile evlendirildi. Sadrazam Abdurrahman Nureddin Paşa’nın oğlu olan damad, Mülkiye mezunu idi. Vilâyetlerde maiyet memurluğunda bulunduktan sonra, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) âzâlığına tayin edilmişti.

Sultan II. Abdülhamid’in en beğendiği damadı olduğu; onu çok tuttuğu babasının yerine sadrazamlığa hazırladığı bilinirdi. Ancak padişahın tahttaki ömrü buna vefa etmedi. Ârif Hikmet Bey, Meşrutiyet devrinde vezir (paşa) oldu ve birkaç defa adliye nâzırlığına tayin edildi. Sultan Hamid’in Balkan bozgunu üzerine Selânik’ten İstanbul’a getirilişinde de kendisine refakat etmişti. Ancak mutlu çiftin bebekken ölen bir kızdan başka çocuğu olmadı.


Damad Ârif Hikmet Paşa

Kapalı hayat

Nâile Sultan, zevci Ârif Hikmet Paşa ile sürgüne çıktığında 40 yaşında idi. Kemâlizer, Kâmran ve Vildan Kalfalar ile emektar harem ağası Emin Ağa da yanlarında idi. Beyrut’ta kapalı bir hayat yaşadılar. Sultan Efendi, eski usul kıyafeti ve emektarları ile saray teşrifat ve âdetlerini aynen yaşatırdı.

Gurbette maddî sıkıntı çekmeyen nadir hanedan efradındandır. Şam’da zevci Ârif Hikmet Paşa’nın gömüldüğü, Sultan Vahîdeddin’in de medfun bulunduğu kabristanı tamir ettirmiştir.

Sessiz sedasız bir ömür sürdü. 1952’den sonra hanedanın hanımlarına dönüş izni verilince, hemen İstanbul’a geldi. 25 Ekim 1957’de Suadiye’de 73 yaşında vefat etti. Yahya Efendi’dedir. Şam’da, zevcinin yanında kendisine hazırlattığı kabre, kardeşi Şehzâde Âbid Efendi gömüldü.


Nâile Sultan Yalısı

Yalı mı, köşk mü?

Fındıklı’dan Kuruçeşme’ye doğru ilerledikçe sahil boyu sultan ve şehzâde sarayları yer alırdı. Çırağan Sarayı’ndan sonra, Hazine-i Hâssa’ya ait, fakat kendi sarayı olmayan hanedan mensuplarının oturduğu Fer‘iyye Sarayı gelirdi. Şehzâde Osman Fuad, Selim Süleyman, Burhaneddin, Seyfeddin ve İbrahim Tevfik Efendiler burada otururdu. Saliha, Nazîme, Nâciye, Nâile, Hadice, Fehime, Naîme ve Zekiyye Sultanların sahil sarayları da buradaydı. [Osmanlı an’anesinde, ne kadar küçük olursa olsun, hanedan efradına ait evlere saray denir. Başka hiçbir binaya saray denmez.]

Ortaköy’den Kuruçeşme’ye doğru Nâile Sultan Yalısı, 55 metre uzunluğundaki büyük parke salonu ile meşhurdu. Art Nouveau tarzında idi. Bu tarzın Paris’teki tek numunesi olan Maxime’den bile güzeldi. Sultan gurbete çıkarken burayı bir kalfanın üzerine yapmıştı. Ölünce yalı ve arkasındaki koru, yok pahasına zamanın meşhur bir iş adamınca satın alındı. Çocuğu olmadığı için Nâile Sultan’ın vârisleri hayattaki kardeşleri ve yeğenleriydi. Bunların da çoğu sürgündeydi. Böylece koca yalı ve korunun parası zamanla buhar oldu.


Nâile Sultan

Olmaz! Hareme erkek giremez!

Sultan Hamid kızları eski terbiyeye bağlı, hepsi dindar, kültürlü ve rabıtalı hanımlardı. Neslişah Sultan anlatıyor: “Sultan Abdülhamid’in kızlarından Nâile Sultan tam alaturkaydı. Kendisi de, kocası Ârif Hikmet Paşa da epey zengindi ve Beyrut’ta refah içerisinde yaşarlardı. İstanbul’daki konak ve yalı hayatını olduğu gibi Beyrut’a taşımışlar; harem-selâmlık usulünü, sürgünde bile değiştirmemişlerdi. Türkiye’ye dönmesinden sonra da bu âdetinden vazgeçmedi. Kalfaların misafiri karşılamasını, büyük temennâları, el bağlamaları, huzurdan geri geri çıkmaları ve saireyi aynen devam ettirdi. [Büyük temennaya, yerden temennâ da denir; öne doğru eğilip, elini yerden bir şey alırmışcasına kaldırıp göğsüne, sonra ağzına, sonra başına götürür. Küçük temennâda yalnızca el ağza ve sonra başa götürülür]

Paşa, bürosunu selâmlık olarak kullanır ve misafirlerini orada kabul ederdi. Sultan ise haremden dışarıya adımını atmaz; erkek akrabaların ve damadların bile hareme girmesine izin vermezdi. Evlendikten sonra Beyrut’a her gidişimizde Nâile Sultan’a mutlaka uğrardım. Beni çok severdi, [kartal burnum sebebiyle] Fatih’e benzetir ve ‘Benim Fatih’im’ der, kocamı da çok merak ederdi. Ama ‘Sultanlar yabancı erkekle bir arada bulunamazlar’ diye kocamı bir türlü kabul etmedi ve tabii göremedi.

Ziyaretine gittiğimiz zaman kocam, Ârif Hikmet Paşa ile oturur; ben yukarıya Sultan’ın dairesine çıkardım. Salonuna girişte önce temennâ eder; sonra elini öperdim; çıkarken de geri geri giderdim ve bütün bunlar çok hoşuna giderdi. Yanından ayrılmamdan sonra hemen pencereye gider, panjurları hafifçe açtırıp kocamın nasıl biri olduğunu görmeye çalışırmış. Ama hep arkasından bakmış, yüzünü görememiş. Bu yüzden bir ziyaretim sırasında, ‘Cicim sen şimdi git, kocanı alıp beraberce bahçede biraz dolaş; ben panjurun arkasından bakıp kocanın yüzünü göreyim, sonra tekrar buraya gel,’ dedi ve dediğini yaptım.”


Nâile Sultan'ın yatak örtüsü

Vay hanedancı!

Sultan Reşad’ın başkâtibi Hâlid Ziya [Uşaklıgil] der ki: “Ârif Hikmet Paşa’nın şansına, Abdülhamid’in pek vakur, pek ciddi bir yaradılış sahibi kızı Nâile Sultan düşmüştü. Sakin bir evlenme hayatı geçirdikleri anlatılırdı. Kendisi de mensup olduğu ailenin asaletinden ve babasından gelen nezahetinden hiç kaybetmemiş olduğu için, bu evlenmeler içinde onlarınkine pek iyi bir numune olarak bakmak mümkündür.”

Ârif Hikmet Paşa’nın, son zamanlarında şeker hastalığı sebebiyle gözleri görmez olmuştu. 18 sene süren sürgün hayatından sonra, 23 Nisan 1942’de Beyrut’ta 70 yaşında vefat etti. Trenle Şam’a götürülüp, mahallî hükûmetin tertiplediği muazzam bir cenaze alayı ile Sultan Selim Kabristanı’na defnedildi. Namuslu, terbiyeli, mürüvvet sahibi, dürüst ve soylu bir zât idi. Her şeyi inceden inceye tedkik ve tefekkür eden bir mizacı vardı.

Eski vâli ve dâhiliye nâzırı Hâzım Bey [Tepeyran], 1919 tarihli divan-ı harbî’de idama mahkûm olmuştu. Damad Ârif Hikmet Paşa, eski tanışıklığı bulunan Hâzım Bey’i affettirmek üzere Sultan Vahîdeddin’in huzuruna çıkmıştı. Padişah, damad paşanın arzusu üzerine idam hükmünü, müebbed hapse çevirdi.

Hâzım Bey, II. Ankara meclisinde mebus idi. Hanedanın sürgünü müzâkere edilirken, vefa borcu adına damadların sürgün edilmemesi hususunda birkaç söz söyleyecek oldu, “Vay hanedancı... Vay mürteci...” sesleri arasında nutkunu tamamlayamadı.