BİR GECEDE CUMHURİYET!

“Bir Osmanlıya cumhuriyetçi demek, o zaman için gâvur demek, bugün için komünist demek gibi bir şeydi.” (Falih Rıfkı)
30 Ekim 2023 Pazartesi
30.10.2023

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, başında meclis reisi sıfatıyla Mustafa Kemal’in bulunduğu bir cumhuriyet idaresi fiilen kurulmuştu. Bu arada onun giderek tek otorite olduğunu gören ve vaziyetten şikâyetçi olan bazı arkadaşları, bir arayış içine girdiler. O, siyaset üstü bir reisicumhur olsun istiyorlardı.

Ama o, onlardan da kurt bir politikacı idi. Biliyordu ki, siyaset üstü demek, siyasi işlere karışmamak demektir. Üstelik birini padişah yapan, yarın indirebilir. Siyasi tabanı güçlü değilse, meclis ve orduyu kontrol edemiyorsa, başına ne geleceği belli olmaz. Gerçek bir siyasi ihtiras sahibi kimse bu formülü kabul edemezdi.

Bu sefer o bunlara karşı bir siyasi oyunun içine girdi. Milletvekilliğinde iki vazifenin birleşmesini mahzurlu gördüğünü söyleyerek hem asker hem milletvekili olan arkadaşlarının vazifelerinden istifa etmelerini istedi. Halbuki kendisi 1927’ye kadar asker hüviyetini muhafaza etmekte beis görmemiştir.

Bir kısmı askerliği bırakırken; Kâzım (Karabekir), Ali Fuad (Cebesoy) ve Cevad (Çobanlı) Paşaların ordu kumandanlığını tercih etmesi, M. Kemal’i kendine karşı bir askerî komplo kurulduğu vehmine sevketti.

Bunlar sonra kumandanlığı bırakıp, milletvekilliğine dönünce, bu sefer siyasî bir komplo kurulduğuna hükmetti. Zira o zamana kadar hep M. Kemal’in namzetlerinin bakan seçildiği mecliste, bu defa onun namzetleri kaybetmişti. Hele muhalif kanattan Rauf ve Sabit Beylerin kazanması, onu hayal kırıklığına uğrattı.

Son çare

1919’daki askerlikten atılma krizinden sonra bir benzerini şimdi yaşayan Gazi endişe içindeydi. Muhalifler, giderek güç kazanıyordu. 1923’te seçim yapılmış; ilk meclisteki muhalifler ayıklanarak, Gazi’ye sadık milletvekilleriyle toplanmıştı. Meclis cumhuriyetçi idi; yine de çatlak sesler çıkıyordu. Rauf (Orbay), Refet (Bele) ve Adnan (Adıvar) Beylerin 19 Ekim’de halifeyi ziyareti, bardağı taşırdı.

Nutuk’ta bu hâdiseden hayli tedirgin olduğunu anlatan M. Kemal, kendisiyle ahenkli çalışacak bir hükümet kurulabilmesi için bir kriz planladı. Önce hayli yıpranan başvekil Fethi Bey’in ve Fevzi Paşa dışındaki bakanların istifasını aldı.

İleri gelen muhaliflerin şehir dışında olduğu 28 Ekim gecesi, Çankaya’da kendisine sadık yedi kişiyle toplandı. Ertesi günü hükümetin kurulmasını engelleyici konuşmalar yapmalarını istedi. Hepsi dağılınca, İsmet Paşa kaldı. Ona, cumhuriyetin ilanına dair kanun teklifini yazdırttı.

29 Ekim sabahı, olup bitenlerden habersiz meclis toplandı. Ama bir türlü ekseriyetin desteğini alabilecek bir hükümet listesi hazırlanamadı. Kime gidildiyse, önceden tenbihli oldukları için kabul etmediler. (O zaman bakanları, meclis seçerdi.)

Meclis, son çare M. Kemal’e müracaat etti. O da kanun teklifini meclise verdi. Buna göre, rejimin adı cumhuriyet olarak konuluyor; başvekili seçme salahiyeti reisicumhura, vekilleri (bakanları) seçme salahiyeti de başvekile veriliyordu.

Tek Adam

Meclis, teklifi geceleyin düşük bir oyla kabul etti. 328 mebustan, 158’i evet demişti. Anayasa değişikliğinin üçte iki ekseriyetle yapılabilmesi hükmü, burada da tatbik edilmemişti. Yakub Kadri’ye göre, mebusların derdi cumhuriyet değil; otoriterleşme ile idi.

Muhalif milletvekillerinin fikrinin almaya ihtiyaç duyulmadığını Mustafa Kemal, Nutuk’ta anlatır. Yılmaz Öztuna anlatır: “Cumhuriyete geçişe muhalefet etmesi muhtemel olan (ona göre bu sayı 129’dur) vekillerine celseye katılmamaları için haber gönderilmiş, bunun da ötesinde meclise gelmemeleri için evlerinin önüne polis dikilmiştir.” (Atatürk nasıl seçildi? 22.08.2007 Türkiye Gazetesi)

Ders kitaplarına bile adeta bir gecede olup bittiği yazılan cumhuriyetin macerası daha eskidir. Ankara hükümeti, 23 Nisan 1920’den beri aslında bir cumhuriyettir.

1923’te padişah yoktur. Ama herkes halifeyi devletin reisi zannetmektedir. Giderek otoriterleştiği gerekçesiyle Mustafa Kemal’e muhalefet giderek artmıştır.

Cumhuriyetin ilanı ile hem devletin reisinin Halife değil, M. Kemal olduğu deklare edilmiş, hem de ona muhaliflerini sindirebilecek çok geniş salahiyetler tanınmıştır. Aslında cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal’in (Şevket Süreyya’nın tabiriyle) tek adam oluşunun ilanıdır.

Yaşasın Cumhuriyet
Yaşasın Cumhuriyet

Dün dündür

Cumhuriyet fikrinin öteden beri Atatürk’ün kafasında olduğu ileri sürülür. Gençliğinden beri Jön Türklerin arasında yer alan ve pozitivistlerin yazdıklarını okuyan Atatürk’te, cumhuriyetçi bir fikrin yerleşmiş olması tabiidir.

Monarşiyi yıkıp cumhuriyeti kuran Fransız ihtilaline karşı Jön Türklerin hemen hepsinde bir hayranlık vardır. Jön Türk ideologlarından Namık Kemal ve Ziya Paşa, cumhuriyeti övmekle beraber, Türkiye için uygun bulmazdı.

Ali Suavi ve Abdullah Cevdet ise cumhuriyetin İslami bir rejim olduğunu söylerdi. Atatürk’ün fikriyatının teşekkülünde Abdullah Cevdet’in büyük rolü vardır.

Krallara ölüm!

Tarih başka türlü cereyan etseydi, M. Kemal’in 1919’daki teşebbüsleri gerçekleşseydi, yani Harbiye Nazırı olsaydı veya Sultan Vahîdeddin kızını kendisine verseydi, bir ara gündeme geldiği üzere halife olsaydı, hâlâ cumhuriyetçi fikirler taşır mıydı, bilinmez. Atatürk’ün en büyük hususiyeti (İnönü’nün de söylediği gibi) idealizm değil, pragmatizmdir. Her zaman şartlara ve imkânlara göre hareket etmiştir.

Fransız ihtilali devrinde cumhuriyet için mücadele edenlerden, hatta Kral’ın idamı için rey verenlerden Napoléon Bonaparte, Fransa imparatoru olmuş; Jean Baptiste Bernadotte İsveç tahtına oturmuştur. Bernadotte’un gençliğinde koluna “Mort aux rois” (Krallara ölüm!) dövmesi yaptırdığı, bu sebeple kral olduktan sonra o kolunu doktorlara açmadığı anlatılır.

M. Kemal olmasaydı, cumhuriyet olur muydu, bu da söz götürür. Etrafındakiler her ne kadar cumhuriyetçilikte ondan geri kalmadıklarını sonradan iddia etseler de hiçbiri onun kadar radikal değildi. O olmayıp, Kemalist hareketin yedek lideri Rauf başa geçseydi, cumhuriyet ilan eder miydi, hatta İttihatçılar harbi kazansa, saltanatı tasfiye ederler miydi, söz götürür.

Ben nankör değilim!

Etrafındaki herkes padişaha karşı çıkmayı nankörlük olarak görüyordu. Mustafa Kemal Paşa anlatır: “Rauf Beyden, saltanat ve hilâfet hakkındaki kanaat ve mütalâasının ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta; şu tasrihatta bulundu: Ben, dedi, makamı saltanat ve hilâfete vicdanen ve hissen merbutum. Çünkü benim babam, padişahın nanü nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devletinin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerratı vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha muhafazai sadakat borcumdur. Halifeye merbutiyetim ise terbiyem icabıdır. Bunlardan başka, umumi mütalâam de vardır. Bizde vaziyeti umumiyeyi tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemiyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da makamı saltanat ve hilâfettir. Bu makamı lâğvetmek, onun yerine başka mahiyette bir mevcudiyet ikamesine çalışmak, felâket ve hüsranı muciptir. Asla caiz olamaz.”

(“Saltanat ve hilafet makamına vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha sadakat borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem icabıdır. Bizde umumi vaziyeti, ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da saltanat ve hilâfettir. Bu makamı lâğvetmek, onun yerine başka mahiyette bir varlık koymaya çalışmak, felâket ve hüsran olur.”)

Refet Bey’e sorulduğunda, Rauf Beyle aynı düşündüğünü söylemiş. Ali Fuad Paşa ise bir fikir beyan etmemiştir. (Nutuk, II/684-685)

cumhuriyet

Perişanlık sebebi

Arapça cumhur kelimesini Osmanlılar Venedik için kullanmıştır. Cümbür cemaat tabiri buradan gelir. Naima’nın tasvirine göre, Sultan II. Mustafa’nın tahttan indirildiği Edirne Vakası’nda, Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed, orduyu arkasına alarak, saltanatı yıkmak, yerine Kuzey Afrika eyaletlerindeki gibi tecemmu devleti ve cumhur cemaati (askeri diktatörlük) kurmayı teklif etmişti. Bu, cumhuriyet tabirinin ilk kullanılışıdır.

İhtilalin ardından İstanbul’a gelen Fransız askeri mütehassısları, cumhuriyet fikrini de beraberlerinde getirdiler. Cevdet Paşa, ihtilalcileri yerden yere vururken, cumhuriyet rejiminin de insanlık için tehlikelerine dikkat çeker. Fransa’nın perişanlığının sebebi olarak gösterir.

Artık cumhuriyet korkulacak bir umacıdır. Serasker Said Paşa hasmı Reşid Paşa için Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkıp, “Reşid Paşa cumhuriyeti ilan edecek, saltanatınız elden gidiyor. Daha ne duruyorsunuz?” demişti. Mamafih boşuna değildir. Şinasi, Reşid Paşa’yı “ahalinin reisicumhuru” diye över.

Vakanüvis Asım Efendi, Fransızların yaptığı cumhuriyet propagandasından rahatsız olur. Dinin terki ve zenginle fakirin (zenginden alıp fakire vererek) eşitlenmesinden ibaret gördüğü cumhuriyeti mide bulandırıcı olarak vasfeder.

Buna mukabil Basiretçi Ali Efendi (1838-1912), 1870’te, gazetesinde, mektepler arttıkça cumhuriyet gelir, diye yazmış; bu sebeple hükümet tarafından ikaz edilmişti. Haklı da çıkmıştır.

Posta Nazırı Sağır Ahmet Paşa’nın oğlu Mehmet Emin Bey (1843-1874), cumhuriyetçi olarak tanınırdı. Daha 1870’te, halife bile seçimle başa gelmelidir, diye yazmış; ikaz bile edilmemişti. Hayatı, Hıfzı Topuz’un Meyyale romanına mevzu olmuştur.

Hakimiyet kimdedir?

Jön Türklerdeki cumhuriyet hayranlığı, bu rejimi iyi tanıdıklarından değil, iktidar hırslarını tatmine elverişli olmasından dolayıdır. XVII. asır İngiltere’sindeki Cromwell’e özenmiş olmalı ki, Midhat Paşa’nın saltanatı lağvedip, Mekke Şerifi’nin başında bulunduğu, ama kendi diktatörlüğünde bir cumhuriyet kurmak istediği söylenir.

İttihat ve Terakki kültüründe cumhuriyet zaman zaman dile getirilmiştir. Ahmed Rıza Bey bunlardan biridir; ama bu rejimi Türkiye’ye uygun bulmaz. Meşrutiyet’in hemen ardından Sultan Hamid Recep Paşa yerine, Rıza Paşa’yı harbiye nazırı olarak Kâmil Paşa’ya tavsiye etmişti. Bazıları bunu, Recep Paşa’nın reisicumhur yapılacağına dair Padişah’ın evhamına bağlamıştır.

1910’da mecliste padişahın salahiyetlerinin tahdidi konuşulurken, vaktiyle Sultan Hamid’in tahttan indirilmesine tek muhalif olan âyân âzâsı Yorgiyadis Efendi buna karşı çıkmış, “Hakimiyet milletindir diyorsunuz. Bilakis hakimiyet sultandadır. O sizin dediğiniz cumhuriyetlerde olur” demişti. Abdurrahman Şeref Efendi hemen, “Bizde republik yoktur. Öyle şey hatırımıza gelmez” diyerek mevzuyu kapatmıştı.

Bu sebeple İttihatçıların, cumhuriyeti Türkiye’ye uygun bulmadıkları fikri hâkimdir. Halbuki Celal Nuri, 6 Kasım 1918’de Enver, Talat ve Cemal üçlüsünün idaresine, “Oligarşik Cumhuriyet” adını vermişti.

Karagöz mizah mecmuasında cumhuriyetin ilanına dair karikatür
Karagöz mizah mecmuasında cumhuriyetin ilanına dair karikatür

Cumhuriyet yapacaklar

Ekim 1917’de ordu kumandanı Mustafa Kemal Paşa, levazım reisi Topal İsmail Paşa’ya “İşin sonu nereye varacak” diye sorduğunda, “Cumhuriyet” cevabını almış; “Peki başa kim geçecek?” diye sorunca da “Sen, ben ve mesela Enver” demişti. Ağzının arandığını düşünen Kemal Paşa, “Bunun sırası değildir ve bizde bunun tatbik kabiliyeti de yoktur” cevabını vermişti. (Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, TTK, Ankara 1972, 132)

Mütareke zamanında Oltu, Kars gibi şehirlerde Sovyet ilhamıyla kurulan şura hükümetleri birer cumhuriyettir, ama ömürleri kısa olmuştur.

Karabekir’e bakılırsa, daha İstanbul’da iken Mustafa Kemal Paşa’nın cumhuriyetçi olduğu söylenirdi. (İstiklal Harbimiz, II/354-355) M. Kemal de Nutuk’ta Ali Rıza Paşa’nın Ahmed İzzet Paşa’ya kendileri için, “Cumhuriyet yapacaklar cumhuriyet!” dediğini alayla anlatır.

İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 17 Eylül 1919’da Lord Curzon’a Kemalist hareketin giderek bir Anadolu Cumhuriyeti’ne doğru gittiğini rapor etmiştir. İngiliz Yarbay Rawlinson, daha İstanbul işgal edilmeden evvel Anadolu’da bir cumhuriyet kurulması için çalışıyordu. (Karabekir, II/366)

Cumhuriyet ve gavurluk

Anadolu ihtilalinin öncülerinden Mazhar Müfid, 1948’de ölümünden birkaç ay evvel neşrettiği hatıralarında, daha 1919’da Mustafa Kemal’in cumhuriyet ve inkılapları kendisine bir bir haber verdiğini söyler. Şevket Süreyya’ya göre, 1921 ortalarında Yakub Kadri ve Halide Edib’e de aynı şeyi söylemiştir.

Mustafa Kemal gibi alkollüyken bile ağzından sır kaçırmamaya dikkat eden temkinli birisi bunu söylemiş olabilir mi? Hele yarının ne getireceği belli olmayan riskli günlerde… Şüphesiz Mazhar Müfid, yıllar sonra, bu fikrin öteden beri Atatürk’ün zihninde olduğunu söyleyerek Kemalist ideolojiye kendince katkıda bulunmak istemiştir.

Hatırat yazarları umumiyetle, kendilerini temize çıkarmak endişesi yanında, hadiseleri önceden gördüğü ve tarihi şahsiyetler nezdinde hususi bir mevkiye sahip olduğu imajını vermeye çalışır. Halbuki M. Kemal’in zihninde olsa bile, cumhuriyet hep bir sırdır. Henüz padişahın karizmasından istifade etmek icap ettiğinden, hiçbir yerde hiçbir zaman hiçbir kimseye cumhuriyeti telaffuz etmemiştir. Bilakis, cumhuriyetçilik ithamını hep şiddetle red ve saltanata bağlılığını deklare etmiştir.

Nisan 1923’te ilân olunan Halk Fırkası umdeleri arasında yoktur. Falih Rıfkı’ya göre, o zaman hemen herkes cumhuriyet aleyhtarıdır. Bazıları Mustafa Kemal’den kurtulabilmek için, meşruti monarşinin muhafazasından yanadır.

“Eski Türkiye’de cumhuriyet sözü şapka sözü kadar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile gâvurluk mahiyetinde idi. Eski Türkiye’de hiçbir zaman cumhuriyetçilik diye bir fikir akımı olmamıştır. Olmasına da imkân yoktu. Bir Osmanlıya cumhuriyetçi demek, o zaman için gâvur demek, bugün için komünist demek gibi bir şeydi.” (Çankaya)

Emsalleri gibi Türkiye’de de cumhuriyet, hiçbir zaman bir halk hareketinin eseri olmamış, hakkında fikri, hatta popüler tartışma zemini kurulmamış, halk oylamasına sunulmamış, bir emrivakiyle kabul edilmiştir. Bu, onun tek bir kişinin fikrinin mahsulü olduğunu gösterir mi? Hayır, şartların getirdiği bir zarurettir. Atatürk'ün başka türlü iktidarda kalması, inkılapları yapması mümkün değildi.

Cumhuryiet Balosu - 1929 Ankara Palas
Cumhuryiet Balosu - 1929 Ankara Palas

Mustafa Kemal niye padişah olmadı?

Türk-İslâm siyasi ananesinde, bir hanedan ortadan kalkınca, yenisinin gelmesi âdettir. Peki, 1922’de niye olmadı? O zamana kadar alışılmış sistem monarşi olduğuna göre, Mustafa Kemal Paşa neden padişahlığını ilan etmedi? Bu, yalnızca Paşa’nın “öteden beri cumhuriyetçi” olduğu şeklinde izah edilemez. Zira siyaset anlayışı ve yaşantısı şarklı bir monarktan farklı değildir.

Bir kere cemiyetin rol modeli Avrupa’dan artık başka rüzgârlar esmektedir. XX. asrın modası, cumhuriyettir. Fransa 50 senedir böyledir. Rusya’da, Almanya’da, Avusturya’da asırlık monarşiler yıkılmıştır. O zaman dünyanın hâkimi İngiltere, kendisinde ve kontrolünde kurulan Orta Doğu memleketlerinde monarşiye göz yummuştur; Türkiye hariç.

İkinci sebep, Atatürk’ün kendisini padişah ilan etmek için siyasi gücünden emin olmamasıdır. 1923’te bile kendisine güçlü bir muhalefet vardır. 1924’te hilafet kaldırıldığı zaman, hanedanın beşikteki bebeğinden eli bastonlu yaşlısına, kadınlı erkekli sürgüne yollanmasının arkasında bile bu endişe yatar.

Arnavutluk’ta başbakan Ahmed Zogu, İran’da astsubay Rıza Pehlevi kendisini hükümdar ilan etti; ama buralarda monarşi kalıcı olmadı. Hanedan, asırlık ve ihtişamlı kahramanlık ananelerine dayanır.

Üçüncü ve mühim bir sebep de Atatürk’ün çocuğunun olmamasıdır. Monarşi, aile ve vâris demektir. Korsikalı General Napoléon’un Fransa’da bir monarşi ve hanedan kurmak hususundaki ümitsiz mücadelesi hatırlardadır. Atatürk ise realisttir, yapabileceği ile yetinir.

Şu halde cumhuriyet, Jön Türk ideolojsiyle yetişen Ankara kahramanlarınca o zaman için en elverişli sistem olarak görülmüştür. Yasama, yürütme ve yargıyı uhdesinde tutan hükümetin eline padişahları kıskandıracak salahiyetler geçmiştir.

Cumhuriyet kilisesi

Cumhuriyet, monarşinin mukabilidir. Devletin idaresi bir hanedanın elinde ise monarşi, halkın elinde ise cumhuriyet (res publica) vardır. Res publica, Latince, halk işi demektir. Ama cumhuriyet ile demokrasi aynı değildir. Demokraside hükümet, halkın ekseriyetinin reyiyle başa gelir. Demokratik monarşi olabilir. Cumhuriyet diktatörlük olabilir.

Nitekim bugün monarşilerin çoğu demokrasi, cumhuriyetlerin çoğu ise diktatörlüktür. İran, Kuzey Kore, Sovyetler Birliği, Küba birer cumhuriyettir. İngiltere, İsveç, Japonya birer monarşidir. 40 sene diktatörlük altında yaşayan İspanya’ya 1975’ten sonra demokrasi ve refahı getiren monarşi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı sırada, aralarında sosyalist partinin de bulunduğu çok partili bir demokrasi idi. XX. asırda kurulan hemen bütün cumhuriyetler, demokrasi getirmek şöyle dursun, diktatörlüğe dönüşmüştür: Rusya, Almanya, İspanya, Portekiz, Türkiye, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Macaristan… Atatürk de bunun farkında olduğu için, “Bugünkü manzara aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir” demiş ve 1930'da birkaç günlüğüne göstermelik de olsa bir muhalefet partisine izin vermişti. Şu halde övünülecek şey cumhuriyet değil, belki demokrasidir.

Tarihte cumhuriyet olarak bilinen ne Atina, ne Venedik, ne de Dubrovnik hakiki birer cumhuriyettir. İktidar, muayyen statüdeki kişilerin (tüccar, soylu, asker) elindedir. Sokrates, Eflatun, Aristo gibi ilkçağ filozofları cumhuriyeti ayak takımının hakimiyeti diyerek hor görürdü. Onlar bilgeler oligarşisine taraftardı.

Şeytanın intikamı

Cumhuriyet aleyhtarları derdi ki: “Cumhuriyet eşitlikçidir. Herkese eşit (bazılarına daha eşit) muamele yapar. Monarşi, adaletçidir. Herkes hakkını alır. Monarşide halk idareci olmadığını bilir. Cumhuriyette bilmez, bu sebeple halkı kontrole daha elverişlidir. Halk kendisini idareci zannettiği için isyana daha az meyillidir.”

Mümtaz Soysal, sosyalist olduğu halde, bundan 30 sene evvel bir yazısında şöyle demişti: “Monarşilerde karizması, asırlar evvelinden gelmiş kahramanlıklara dayanan, oturmasını kalkmasını bilen (Hoca’nın tabiriyle çatal bıçak tutmasını bilen) kişi başa geçer. Ötekinde ise, dört sene ne yapacağını bilemeyenler...”

Şair Milton’a göre, yıkılan her hükümdar ve kurulan her cumhuriyet, Şeytan’ın Allah’tan ve ademoğlundan aldığı bir intikamdır. CHP milletvekili Refik Ahmed Sevengil, 1929’da, “Padişahla beraber Allah’ı da tahtından indirdik” diye yazmıştır. Bunun dünyaya yayılmasında monarşi ve aristokrasi aleyhtarı burjuvaların kurduğu Masonluğun büyük katkısı olmuştur. Hatta eskiden Mason localarına cumhuriyet kilisesi diye isim takılmıştı. (Daniel Ligou, Histoire des Francs-Maçons en France)

Tocqueville der ki: “1789 ihtilalindan sonraki devirlerin hiçbirinde milli refah, ihtilalden evvelki 20 sene zarfındaki kadar büyük süratle artmamıştır.” Monarşileri deviren ihtilallerin halk ile alakası yoktur. Halkın krallarla bir problemi olmamıştır. Monarşiden ve halktan hoşlanmayanlar aristokratlarla burjuvalardır. Ignazio Silone Fontamara romanında Michele Zompa’dan şöyle nakleder: “İntihaba dayanan bir hükümet daima bu intihabı yapan zenginlerin emri altındadır. Fakat bir tek kişinin hüküm sürmesi zenginleri ürkütür. Bir kralla bir köylü arasında kıskançlık çekememezlik olur mu? Böyle bir şey gülünç olurdu. Fakat bir kralla Prens Torlonia arasında bunlar mümkündür.”

Cumhuriyetin 10. yıldönümü
Cumhuriyetin 10. yıldönümü

Ah bilseler…

Enteresandır, Türkiye’de sağcısından solcusuna, laikinden dincisine hemen herkes cumhuriyetçidir. Halbuki cumhuriyetin beşiği Fransa’da bile, monarşistlerin nispeti az değildir. Monarşist siyasi partiler bile vardır. Monarşiyi tutan gazetelerin okuyucu kitlesi fazladır. (Bkz. Ekrem Buğra Ekinci, İstikrarın Sembolü Monarşi, https://ekrembugraekinci.com/article/?ID=213 )

Fransız İhtilali’nden sonra tarihi hep cumhuriyetçiler yazdığı gibi; edebiyat ve medya da cumhuriyetçilerin elinde olduğu için, monarşi ve aristokrasi aleyhinde alabildiğince neşriyat yapılmıştır. Sadece tarih kitaplarında değil, romanlarda, filmlerde, hatta masallarda bile bütün krallar zâlim; asiller ise hep kötüdür.

Öyle ki, kimse monarşi ve aristokrasinin demokrasiye, hiç değilse sanat ve estetiğe büyük katkısından bahse cesaret edemez. Prens Philip, “Ah bilseler, monarşinin faydası soylulara değil, halkadır” derdi.

Baba ve ailesi

Önde gelen Fransız diplomatlarından ve Fransa’nın Ankara sefiri Rene Massigli, 1940 senesinde İstanbul’da Piyer Loti’yi ziyaretten dönüşte, Kaşgari Dergâhı’na uğradı. Tekkenin şeyhi olan Seyyid Abdülhakîm Arvasi burada irşad ile meşguldü. Massigli tekkenin önünden geçerken, mihmandarı olan Burhan Toprak’a ‘Burası neresi?’ diye sormuş, Abdülhakîm Efendi’yi tanıyan Burhan Toprak da Fransızca olarak ‘Burası bir İslâm âliminin evidir’ demiş. Sefir de merak etmişti. Abdülhakîm Efendi sefiri karşıladı, çay ikram etti. O günlerde Alman ordusu Paris’e girmişti.

Laf arasında Abdülhakîm Efendi, “Bu iş ne için oldu? Alamanlar Paris’e niçin girdi? Siz sebebini biliyor musunuz?” diye sordu. Fransız sefiri bir ihtiyar hocadan bu sözleri duyunca şaşırdı. “Bilemiyorum. Siz biliyor musunuz?” dedi.

Abdülhakîm Efendi, “Bunun sebebi meydanda! Paris’in elden gitmesine sebep, Fransız ordusunun mağlup olmasına sebep, Fransız hükümetidir. Eskiden Fransa krallıktı. Krallar, memleketin sahibiydi. Memleketi mülkü, tebaayı da ailesi olarak görürdü. Baba gibi memleketi için çalışırlardı. Şimdi cumhuriyet idaresinde dört senede bir hükümet değişiyor. Hiç kimse memlekete, halka sahip çıkmıyor. Nasıl olsa gideceğim diyor. Cebini doldurmaya bakıyor. Sahip çıkmadılar halka, sahip çıkmadılar orduya, sahip çıkmadılar memlekete!’ deyince sefir ayağa kalktı. “Bravo, çok doğru söylediniz!” dedi

Macar romancı Sandor Marai, 1924’lerin cumhuriyet Fransa’sını şöyle tasvir ediyor: “Ellerini çabuk tutmalıydılar, ülke büyüktü, hısım akraba açtı ve bakanlar çabuk düşüyordu. III. Cumhuriyetin yüz on ya da yüz yirmi hükümeti, olsa olsa elli yıl içinde son derece aç kuşakları işle ve bahşişle beslemek zorunda kalmıştı. Kadife koltuklarda ancak birkaç saat oturabilen bakanlar, ateşli bir acımasızlıkla akrabalarını, o yere gelmelerine yardım eden propagandacılarını çeşitli mevkilere atayıp emekli paraları ve ikramiyeler tahsis etmişlerdi.” (Bir Burjuvanın İtirafları, s. 314-315)