SULTAN HAMİD’İN EFSANEVÎ MİRASI

Paranın, en büyük güç olduğunu bilen Sultan Hamid, iktisatlı ve rasyonel tasarruflarıyla, büyük bir servet edinmişti. Jön Türkler tarafından yağmalanan bu servetten, padişahın vârisleri mahrum bırakıldı.
13 Şubat 2017 Pazartesi
13.02.2017

Paranın, en büyük güç olduğunu bilen Sultan Hamid, iktisatlı ve rasyonel tasarruflarıyla, büyük bir servet edinmişti. Jön Türkler tarafından yağmalanan bu servetten, padişahın vârisleri mahrum bırakıldı.

Osmanlı Devleti’nde Hazine-i Âmire adındaki devlet hazinesi yanında, padişahın hususî geliri ve servetinden meydana gelen bir de Hazine-i Hâssa adında padişah hazinesi vardır. Sarayın masrafları; padişahın yakın çevresinin maaşları; ecnebi hükümdara giden hediyeler; Mekke ve Medine’ye gönderilen hediyeler; rejim aleyhinde çalıştığı için sürgüne gönderilenlerin maaşları, hep Hazine-i Hâssa’dan karşılanır.

Paranın, zamanın en büyük gücü olduğunu bilen Sultan Hamid, iktisatlı ve rasyonel tasarruflarıyla, bu hazineyi büyütmüş ve zenginleştirmiş; adeta bir holdinge dönüştürmüştü. Böylece dünyanın en zengin hükümdarlarından biri hâline geldi.

Yağma!

1908’de darbeyle iktidara gelen Jön Türkler, padişahı tahttan indirdikten sonra sarayı yağma edip, saray kadınlarının kulaklarındaki küpeleri bile çekip aldıkları gibi, padişahın Hazine-i Hâssa’daki menkul ve gayrı menkul bütün mallarına da el koydular. Çaldıkları mücevherleri de Avrupa’da sattılar. Mensuplarını cüz’i maaşlara bağladıkları hânedan, giderek fakirleşti.

1918’de tahta çıkan Sultan Vahîdeddin, el konulan malları Hazine-i Hâssa’ya iade etti. Bunun üzerine 1918’de ölen Sultan Hamid’in vârisleri, 1920’de mahkemeye müracaat edip, bir verâset ilâmı çıkartarak babalarının mirasından hâlâ adına kayıtlı bulunanları talep etti. Fakat İstanbul’u işgal altında tutan İngilizler, mahkeme kararının tatbikini engelledi. Zira bu talepler, Musul petrol havalisi ve Filistin gibi İngiliz işgalindeki hassas mıntıkalar için de emsal teşkil edebilirdi.

Cumhuriyet hükümetleri, bu hususta İngiliz politikasını devam ettirdi; üstelik hânedanı 1924’te topyekûn sürgüne gönderdi. Mallarını bir sene içinde tasfiye etmeleri istendi. Kendilerine verilen birkaç günlük müddet içinde mallarını yok pahasına sattılar; ya da güvendiklerini birine vekâlet verdiler. Bu kişilerin çoğu malların üzerine yattı.

Sürgün kanunu, önceki padişahlar adına tapuya kayıtlı gayrı menkullerle, saraylardaki eşyaya da el koyuyordu. Halbuki herkesin malı, vefatlarıyla hemen vârislerine intikal eder. Böylece miras hakkı ellerinden alınarak da insan hakları ihlal edilmiş; üstelik kanun geriye yürütülerek, umumi hukuk prensipleri çiğnenmişti.

 

Petrol Kokusu

I.Cihan Harbi’nde elden çıkan Osmanlı topraklarında, işgalciler, milletlerarası teâmüllere uyarak, hususî mülklere dokunmadılar. Ama 1909’da Jön Türkler tarafından devletleştirildiği için, hânedana ait gayrı menkullere el koydular. Hânedanın Musul petrol arazisindeki hak taleplerini milletlerarası platforma taşıyıp kazanma ihtimalinden korkuyorlardı.

Yeni rejimin Türkiye’deki mallarını vermesinden ümidi kesen sürgündeki hânedan, Türkiye sınırları dışındaki mallara bel bağladı. Bunun için İngiltere hükümetine müracaat etti. Dünya çapında hukukçular, hânedanın taleplerinde haklı olduğu cihetinde raporlar hazırladı. Almanya, el koyduğu Kayzer’e ait mülkleri iade etmiş; bazısı için de tazminat ödemişti. Londra, işi mahallî mahkemelere havale etti; bir yandan da bu taleplerin kabul edilmesini el altından engelledi.  

1920-1924 arası Fransa Cumhurreisi olan avukat Etienne Millerand, hânedanın vekili sıfatıyla Ankara’ya müracaat ederek, vaktiyle Sultan Hamid’in şahsî mülkü olup, hükûmetçe el konulan mallardan hânedana sembolik bir yer verilmesini istedi. Buna istinaden La Haye Adalet Divanı’nda dava açarak, Türkiye dışındaki arazilerinde hânedanın hak iddia edeceğini bildirdi. Filistin’de 4000 km² arazi ile Musul petrollerindeki padişah hissesi de bunlar arasında idi. Böylece hem sürgündeki hânedan perişan hâlinden bir nebze kurtulacak; petrol sebebiyle bu işten Türkiye de kazanacaktı. Zira hânedan, petrollerdeki hisselerinin çoğunu Türk hükümetine devretmeyi va’dediyordu. Ancak hânedanın zenginleşmesini asla istemeyen Ankara, talebi derhal reddetti.

Padişahın Tek Vârisi!

Bu arada Sultan Hamid’in eşlerinden sürgüne tâbi olmadığı için Türkiye’de kalanlar, tapuya kocaları adına kayıtlı olup henüz el konulmamış mallardan miras talebinde bulundular. Türk mahkemesi, 1934’te dâvâcıların lehinde karar verdi. Temyiz Mahkemesi de bunu tasdik etti.  

Bu arada Atatürk’ün yakın çevresinden Yahudi dişçi Sami Günzberg, hânedan mensuplarının çoğundan vekâlet aldı; vermeyenlerin de imzasını taklit ederek pek çok gayrı menkulü üzerine geçirdi. Müvekkillerini de az bir para ile avuttu. Bu sebeple vaktiyle, “Sultan Hamid’in tek vârisi, Sami Günzberg’dir” şeklinde espri yapılmıştır.

İşin büyüyeceğinden korkan hükümet müdahale etti; 1949’da Türkiye’deki hânedan mensuplarının, ne Türkiye’de, ne de Türkiye sınırları dışındaki mallardan miras talep edemeyeceği istikametinde kanun çıkarttı. Bu da, hanedana ait mülklerin çokça bulunduğu Irak, Suriye, Lübnan, İsrail, Kıbrıs gibi ülkelerin elini güçlendirmiş oldu.

İntikam!

Osmanlı ailesinin, eski Osmanlı topraklarındaki malları miras olarak elde etmesi, uzun vâdede Türkiye’nin de işine yarayacak iken; saplantı hâlini almış bir Osmanlı düşmanlığı yüzünden, bir aile, büyüğünden küçüğüne, yokluğa ve sefâlete mahkûm edildi; bir yandan da büyük bir fırsat kaçırıldı.

Hânedanın 1952’de kadın; 1974’de de erkek mensuplarına Türkiye’ye dönüş izni verildi. Ama malları iade edilmedi; tazminat da ödenmedi. Her iki kanun da, 1924 sürgün kanunundaki “padişahlara ait mallar devlete geçmiştir!” hükmünü teyit ediyordu.

Bugün Sultan Hamid soyundan gelenler, demokrasinin getirdiği rahatlıktan da istifade ederek, hâlâ dedelerinin adına kayıtlı kalan malları alabilmek için senelerdir mahkemede uğraşmaktadır. Ancak davanın hukukî değil de, siyasî olduğunu düşünen mahkemeler, karar vermekten çekinmektedir.