BİR OSMANLI KARDEŞLİĞİ: TÜRKLER VE ARAPLAR

Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir prestij kazanmış; diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissetmişlerdir.
20 Mayıs 2009 Çarşamba
20.05.2009

 

Yakında yaptığım bir Orta Doğu seyahatinde, Türkiye’nin Araplar nezdinde itibarının arttığını müşahede ettim. Daha önceki senelerde uzun müddet Arap ülkelerinde yaşadım. Tahsil yaptım. Arapları hasbelkader tanıma imkânım oldu. Ekserisi Türklere karşı sempatisinin bulunduğunu gördüm. Osmanlı devrini hasretle anıyorlardı. Temiz, görgülü, misafirperver insanlardı.

Birinci Cihan Harbi'nde bir Arap şehrinde Osmanlı ordusunun muzafferiyeti için topluca dua ediliyor.

El-Emel fi türkiye

Arap dünyasında bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır. Birisi İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed; ikincisi de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan Abdülhamid. Bilen bilir, Orta Doğu’da Filistin meselesi daima aktüeldir. Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün neredeyse yoktur.

Bosna’daki dahilî harb esnasında Medine mescidinde tanıştığım çok ihtiyar Yemenli bir seyyid Habib Zeyn bana, “Bosna’nın Müslümanlığı Fatih Sultan Muhammed Han sayesindedir. Bosnalılara ancak siz yardım edebilirsiniz. Vazifenizdir” demişti.

Seneler evvel Türkiye’deki bir cumhurreisi seçimi arefesinde, Sudan müftüsü iyi birinin seçilmesi için dua ettiğini söyledi. Bir ahbabım “Sudan nere, Türkiye nere!” gibisinden hayret izhar edince müftü, “Niçin şaşırıyorsunuz? Ümid Türkiye’dedir (el-Emel fî Türkiye)” demişti. Arapların neredeyse tamamı, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağını; tabiri caizse yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanmaktadır.

İstanbul'a layık kumaş

Orta Doğu’nun hangi ülkesinde nereye gidersem gideyim Türk olduğumu öğrenince bir itibar gösterirler; İstanbul’dan geldiğimi öğrenince ikinci bir itibar gösterir; neredeyse toparlanıp hürmeten ayağa kalkarlardı.

Yıllar önce Şam’ın meşhur Hamidiye çarşısında geziyordum. Dükkâncının biri “Akmışa İstanbulî (İstanbul kumaşları)” diye bağırarak malını satıyordu. Yanına yaklaştım. “Kardeşim. Şam’ın üç şeyi meşhurdur. Bunlardan biri de kumaşıdır. Hal böyleyken siz İstanbul kumaşı mı satıyorsunuz?” diye sordum. Adamcağız şaşırdı. Sonra izah etti. İstanbul kumaşları, İstanbul’a lâyık, yani fevkalâde güzel kumaşlar demekmiş. İstanbul malı kumaşlar değilmiş. Şam’da kaldıkça İstanbulî tabirinin büyük bir övgü kelimesi olduğunu iyice öğrendim.

Kahire’de iken Ezher yakınındaki meşhur Fişâvî kahvesinde oturup kahve içiyorduk. Bir ara arkadaşlar aralarında birisinden bahsederken “Vallahi, eş-şahs İstanbulî” dediler. “Kimmiş bu İstanbullu şahıs?” diye merakla soracak oldum. Anladım ki bahsettikleri şahıs İstanbullu felan değilmiş. Kibar, terbiyeli, kültürlü, şık kimselere böyle söylerlermiş.

Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta annesinin, ya ninesinin, yahud ecdadının Türk asıllı olduğunu söyleyip övünenler az değildi. Osmanlı Devleti zamanında buralara yerleşen ve Araplaşan çok sayıda Türk, aslını bilmektedir. Şam’ın el-Meydan adlı koca mahallesinde yaşayan ailelerin neredeyse tamamı Selçuklulardan kalma Türklerdir. Ürdün’de doktora talebesi iken beraber kaldığım Şamlı doktora talebesi arkadaş da Selçuklu kumandanlarından Boğa’nın torunu idi. Tek kelime Türkçe bilmediği halde, Boğa’nın Arapçalaşmış hâliyle el-Buğâ soyadını taşıyordu.

Haleb’den Yemen’e, Fas’tan Basra’ya kadar bütün bir Arap coğrafyasında, memuriyet veya her hangi bir sebeple yerleşip de, imparatorluk dağılınca burada kalanlara rastlarsınız. Anadolu halkı arasında da damarlarında Arap kanı dolaşan az değildir.

Osmanlı ordusunda Arab askerler

Tesbih tanesi gibi

Türklerin müslüman oluşu, hem Türk tarihinde, hem İslâm tarihinde, hem de dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu sayede Türkler üç kıtaya hakim olmuş, buna muvazi olarak bugün bile hayranlıkla anılan bir medeniyet kurmuştur. Onlara bu ikbali açan Araplar olmuştur. Eğer Araplar, Türklerin yaşadığı mıntıkayı istila edip bu yeni dinle onları tanıştırmasalardı, belki de Orta Asya'da yaşayan sıradan bir halk olarak hayatlarına devam edeceklerdi.

Türkler de Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş; Kavmü Necibi’l-Arab (Soylu Arap Kavmi) diye anmıştır. Arap ülkelerini sömürge değil, vatan toprağı görmüş; icabında düşmana karşı kanının son damlasına kadar müdafaa etmiştir. Bir Türk için İstanbul veya Üsküp neyse, Şam, Kahire veya Medine aynı kıymeti ifade etmiştir. hepsi vatan parçasıdır. Bu vatan topraklarında yaşayan herkes ya din kardeşi, ya da -müslüman değilse- dost olarak görülmüştür.

Araplar da İslâm kardeşliği kaidesi çerçevesinde Türklerle gayet iyi bir münasebet içinde asırlarca yaşamış, icabında omuz omuza muharebe etmiş, beraberce Türk-İslâm medeniyetini tesis etmiştir. Bilhassa Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir prestij kazanmış; diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissetmişlerdir. Meselâ 1565’de Mısır’da vefat eden meşhur Şâfiî âlimi İmam Şa’rânî, el-Uhûdü’l-Kübrâ adlı eserinde Osmanlı sultanlarının dine bağlılığını ve adaletlerini överek “Bugün dinin koruyucusu ve İslâmiyetin yüzünü ak eden ancak Osmanoğulları ve onların askerleridir” diyor.

1640’da vefat eden Şam ulemâsından Abdülganî en-Nablüsî, “Yeryüzünü sâlih kullarıma miras bırakırım” meâlindeki âyet-i kerîmenin (Enbiyâ: 105) Osmanlı Sultanlarını övdüğünü bildirmektedir. Bunu Bağdad âlimlerinden Numan el-Âlûsî (vefatı: 1899) Gâliyyetü’l-Mevâiz adlı eserinde nakleder. Mekke-i mükerreme Şâfiî müftisi Seyyid Ahmed bin Zeynî ed-Dahlân (v: 1886), Osmanlıların İslâmiyete hizmetlerini anlatmak üzere ed-Devletü’l-Osmâniyye mine’l-Fütûhâti’l-İslâmiyye adında müstakil bir eser kaleme almıştır.

Arap tarihçi, yazar ve gazetecileri, umumiyetle Türkleri seven, bilhassa Osmanlılara bağlı olan zatlardır. Aralarında tek tük ecnebi tesiriyle Arap milliyetçiliği batağına saplananları olmuştur. Bunların da haylisi pişmanlık getirmiş; bunu da açıkça ilan etmiştir. Bir Mısır dışişleri bakanının “Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile tesbih tanesi gibi darmadağın olduk” sözü çok mânidardır.

Türkler, Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş; Kavmü Necibi’l-Arab (Soylu Arap Kavmi) diye anmıştır. Arap ülkelerini sömürge değil, vatan toprağı görmüş; icabında düşmana karşı kanının son damlasına kadar savunmuştur.

Muska yapılan para

Ürdünlü yaşlı bir zat, “Benim vaktiyle Osmanlı pasaportum vardı. Nereye gitsem selâm dururlardı. Şimdi yeni pasaportumu gösteriyorum, ciddiye alan yok” diye dert yanmıştı. Bir başkası da “Osmanlının yıkılmasından en çok biz Araplar zarar gördük. Vaktiyle Arap ülkelerinde ne hudut, ne gümrük, ne vize vardı. Şimdi bir Suriyeli, yanı başındaki Irak’a giremiyor” demişti.

Suriye’de Arapların “Osmanlı parası dünyayı alıyordu. Şimdikilerle çay bile içilemiyor” dediklerini işitince, ihtiyar Cezayirlilerin Osmanlı paralarını muska diye boyunlarına taktıklarını hatırladım. Maanlı bir ihtiyar, büyük Arap ihtilaline katılmayıp, Osmanlı askeriyle beraber çarpıştıklarını iftiharla anlatırdı. Suriye’deki Şemmar aşireti reisi Sadun el-Uceymî Bâşâ (Paşa), Osmanlı ordusunun kahraman kumandanlarından idi. Arap aşiretlerinin çoğu İstanbul’a sadâkatten ayrılmamıştır.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında, İttihatçıların iktidarı ele geçirmesiyle, ülkedeki Türk olmayan unsurlar hayli rahatsız olmuştu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, bu unsurlar arasında milliyetçilik tohumları ektiler. Araplar da bundan nasibini aldılar. Ama hiçbir zaman ayrılıkçı faaliyetlere girişmedi, Osmanlı halifesinin hakimiyeti altında muhtariyet idealini müdafaa ettiler.

İttihatçıların buna cevabı sert oldu. Evvela Arapça konuşma ve yazışmayı yasakladı. Arap çocuklarının Türk mekteplerine gitmesini mecbur tuttu. İttihatçıların Tetrîk (Türkifasyon, Türkleştirme) olarak anılan menfi icraatı, bu milliyetçiliği besledi. Suriye Vâlisi Cemal Paşa, af çıktığı halde, önceki faaliyetlerinden ötürü bazı Arap ileri gelenlerini âleme ibret olsun diye suçlu-suçsuz ayırmadan idam ettirdi.

Bununla da kalmayarak Lübnan’ın yıllardır devam eden muhtariyetini kaldırdı. Milletlerarası hükümlerin ihlali demek olan bu tasarruf üzerine müttefikler Lübnan’ı ablukaya aldı. Sancakta gıda sıkıntısı ve ardından büyük bir kıtlık başgösterdi. Cemal Paşa, yerli halkı, Ermeniler gibi başka mıntıkalara tehcir etmek istediyse de, halk direndi. Yalnızca ileri gelenleri Anadolu içlerine sürmekle iktifa edebildi. Nüfusun çoğu açlık ve hastalıktan öldü. Bunlar, asırlarca Türklerden lütufkâr muameleye alışmış Arap halkını şaşkınlığa, ardından hiddete sevketti. Ortadoğu’da gözü bulunan emperyalistlerin de ekmeğine yağ sürülmüş oldu.

Bunun üzerine Araplar, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa liderliğinde İttihatçı hükûmete ayaklandı. Jön Türkler memleketi Almanların peşinde manasız bir felakete sürüklüyordu. Arapların da buna duçar olmaması için mücade etti. O sırada neşrettiği beyannamelerinde Şerif, asla Türklere bir düşmanlık hissi duymadığını ve hanedana sadakatten ayrılmadığını açıkça beyan eder. Bu devrede bile Çanakkale’den Galiçya’ya Türk ordusunda savaşıp canını veren Arap gençlerinin adedi hiç de az değildir.

Arap ihtilalcileri, denize düşen yılana sarılacağından, istiklâl mücadelelerinde İngilizlerden medet umdular. İngiltere de bunu fırsat bildi. Arap diyarını bölüp, Fransızlarla paylaşarak sömürge hâline getirdi. Sömürgeciler gittikten sonra geride sosyalist diktatörler bıraktı.

Türkiye’de “Pis Araplar! Bizi arkadan vurdular” edebiyatının benzerini, Arap ülkelerinde iktidarı ele geçiren sosyalist diktatörler Türkler aleyhinde yürüttü. Ama aklı başında kimse bu propagandalara kanmadı. Bugün Arap ülkelerinde Osmanlıları sömürgeci olarak gören kalmamış gibidir.

Kompleksler ağı

Her yerde işler normale dönüyor derken, bambaşka hadiseler cereyan etti. Oryantalistler, son asırda milliyetçilik fikrinin intişarıyla, Arapların, ilk devirde Arap olmayan Müslümanları mevali (azat edilmiş köle) gibi gördüklerini, aşağıladıklarını, ırkçılık yaptıklarını iddia etmişti. Türk ders kitaplarına kadar girmiş bu iddia doğru değildir.

Mevla, azatlı köle demektir. İslâmiyetin ilk yıllarında cihad ile esir edilip müslüman olmuş kimselere böyle deniyordu. Sonradan Arap olmayan bütün Müslümanlara teşmil edildi. Bunda ırkçı bir temayül aramak yersizdir. Arap olmayan demektir.

Bilhassa ırkçılıkla itham ettikleri Emeviler, Türklere fevkalade kıymet vermiş, onlardan müslüman olan hükümdarları tahtında bırakmış, Türklerden ordu birlikleri kurmuştur. Bu siyaseti Abbasiler de artarak devam ettirmiştir.

Son zamanlarda bilhassa mülteciler merkezinde Türkiye’de Araplara karşı menfi bir tavrın yayıldığı görülmektedir. Bu tavır, turistlere kadar teşmil edilmektedir. Latin menşeli yazı ve kelimelere hiçbir şey demeyip, tamamen turistik maksatlarla yazılan tabelalara alerji duyanlar vardır, hatta bazı belediyeler kaldırtmak işgüzarlığına bile girişmiştir. Bu çok aptalca bir ırkçılık misalidir.

Türkiye’ye ve Türklere 100 küsür senedir mağlubiyetlerin ve gerilemelerin hasıl ettiği aşağılık kompleksinin hasıl ettiği şoven hisler ve ulus devletin resmi idelolojisinin telkinlerinin neticesidir. Elinin altındaki imkanlara bunların hazırca konduğunu veya konacağını bilgisizce ve paranoyakça zanneder. Bir de kendi geri kalmışlığını, onların şahsında görür, utanır, kompleksini karşıya yansıtır.

Bunun için Arap beldelerinde Jön Türk idareci elitinin kültürel pozisyonunu kavramak lazımdır. Bunlar kendisini onlardan saymaz, garplılaşmış sayar. “Allahın Arabını Allahın Arabıyla” idare etmek angaryası sırtındadır. Halbuki kendisi Almanya’da bir numaralı akademide tahsil görmüş, onların üniformasını, dilini, üslubunu, kültürünü edinmiştir. Kendisini Avrupalılara yakın hisseder. Onları kendine model ve ideal alır. Ama Arap ülkesindedir. Aslında kendisine çok benzeyen, ama onun kendisine benzetmekten kaçındığı insanların içindedir.

Tanzimattan evvel bu mevzu bahis değildi. Sözde Türkler hakimdi ama, Arab beldelerini mahalli beyler idare ederdi. Hem Türklerde bu aşağılık kompleksi yoktu. Bu kompleks XIX. asırdan bu yana Türk cemiyetine hakim olmuş en güçlü histir.

Denebilir ki Türkler Araplarla XIX. asır sonunda merkezi idarenin güçlenmesiyle beraber daha yakından tanıştı ve adeta nefret etti. Merkezi bürokrasi kuruldu. Garp tarzı tahsil gören, fizik, matematik, coğrafya, Fransızca okuyan mektepli memurlar yetişti. Başında fesiyle boynunda kravatıyla yeni tip bir devlet memuru buralara gönderildi. Kendi iç tenakuz ve tezatlarını, orada bir aynaya aksetmiş gördü. Olmak istediği ile olduğu arasında bir uçurum vardı. Bu o insanlara çok travmatik geldi.

Araplara da böyle geldi, çünki Türkleri hiç böyle beklemiyorlardı. Bu, karşılıklı bir soğukluk meydana getirdi. İnsanlar iki grup insana karşı soğukluk duyar: 1-Kendisine benzemeyenler, mesela beyazlar zencilere karşı böyledir. 2-Kendisine benzediği hale, bunu kabul etmek istemeyenler, Türkler ve Araplar.