TIMARLI SİPAHİDEN KÖY AĞASINA

Eskiden toprak ile ordu arasında mühim bir irtibat vardı. Toprak gelirleri askerlere tahsis edilirdi. Böylece hükûmet, askerî harcamaların çoğunu dolaylı yoldan karşılardı. Bu, hem vergi toplama masrafını azaltır; hem de “ordunun özelleştirilmesi” gibi bir vaziyet doğururdu.
6 Ağustos 2008 Çarşamba
6.08.2008

Eskiden toprak ile ordu arasında mühim bir irtibat vardı. Toprak gelirleri askerlere tahsis edilirdi. Böylece hükûmet, askerî harcamaların çoğunu dolaylı yoldan karşılardı. Bu, hem vergi toplama masrafını azaltır; hem de “ordunun özelleştirilmesi” gibi bir vaziyet doğururdu.

Osmanlılarda fetih yoluyla ele geçtiği için, Rumeli ve Anadolu topraklarının çoğu devlete ait mîrî arazi idi. Bu araziler, önceki Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi gelirine göre muayyen parçalara ayrılırdı.

Her bir parça, harblerde yararlık gösteren askerlere veya hazineden hakkı olan kimselere dirlik olarak verilirdi. Sözgelişi 500 köylü bir sancağın 200 veya 300 köyü, ikişer üçer köy olarak 80-90 tımara ayrılır; hak kazanan askerlere verilirdi. Geri kalanı zeamet ve has olarak bölünürdü. Zeametler subaylara verilirdi. Haslar da, padişah, hanedan, vezirler, beylerbeyiler, sancakbeyiler ve diğer yüksek memurlara maaş karşılığı tahsis edilirdi.


İlk tımar kanunu

İlk olarak Osman Gazi, fethettiği araziyi tımar olarak askerlerine dağıttı ve Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gazi’ye verdi. “Tımarların sebepsiz yere sahiplerinden geri alınmaması, tımar sahibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikal etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi” şartını koydu. Bu, Osmanlılardaki ilk tımar kanunu idi.

Tımar sahibine sipahi denirdi. Sipahi, arazinin bir çift öküzle sürülüp ekilebilecek her bir çiftlik mikdarını uygun gördüğü bir çiftçiye kiralardı. Bu mikdar, takriben iyi arazide 60-80, orta arazide 80-100 ve aşağı arazide 100-150 dönüm idi. Çiftçinin kirası yıllık olarak ve mahsulün kendisinden umumiyetle onda bir (âşar) alınırdı.

Sipahi, bir nevi tahsildar ve tapu memuru idi. Tımarın bulunduğu sancakta otururdu. Topladığı kiraların ilk 3000 akçesi kılıç hakkı (maaş) idi. Sipahi, kalan her 3000 akçe karşılığında atlı, silahlı ve talimli bir asker beslerdi. Bu asker, sipahinin oğlu, yeğeni, kölesi veya herhangi biri olabilirdi. Sefer çıktığında, sipahiler maiyetlerindeki askerlerle beraber orduya iltihak ederlerdi.

Eksik asker getiren, atı veya silahları elverişsiz olan sipahinin dirliği kesilir; gerekirse ayrıca cezalandırılırdı. Sipahi yaşlanınca tekaüde ayrılırdı. Ölürse, tımarı oğluna, kardeşine veya yeğenine intikal ederdi. Tımar ile zeametin çok farkı yoktu. Şu kadar ki, geliri 20.000 akçeye kadar tımar, 100.000 akçeye kadar zeamet, daha yukarısına da has denirdi.

Kendilerine has verilenler, toprağına bizzat gidemeyeceği için yerine vekil gönderirdi. Mütesellim veya voyvoda denilen bu vekiller sipahi gibi hareket ederdi. Dirlik gelirleri, aynı zamanda bunların maaşı idi. Çünki memurlara ayrıca maaş ödenmezdi. Haslar makama verildiği için evlada intikal etmezdi.

Anadolu ve Rumeli haricindeki eyaletlerde dirlik sistemi tatbik olunmazdı. Onun için, Mısır, Eflak, Boğdan, Kırım gibi imtiyazlı eyaletler harb esnasında hususî birlikler göndererek orduya katılırdı. Bu sebeple tımarlı eyalet askerlerin hemen tamamı Müslüman, ekserisi de Türk asıllı idi.

Kanunî Sultan Süleyman zamanında mükemmel tımar ve toprak kanunları yapıldı. Bu devirde tımarlılardan müteşekkil eyalet ordusunun mevcudu 200.000’e kadar çıktı.


Toprağı boş bırakmak yok

Sipahiden arazi kiralayan köylü, toprağı isterse ömür boyu eker biçerdi. Çiftçi öldüğü zaman da toprak çocuklarına intikal ederdi. Çocuğu yoksa, sipahi başkasına kiralardı. Bu usul, hem çiftçinin, hem devletin işine gelirdi. Yoksa çiftçi, uzun zaman kullanamayacağı; ölünce çocuğuna geçmeyecek araziyi neden imar etsin?

Çiftçi, izinsiz ağaç, asma dikemez; bina yapamaz; kiremit, tuğla imal edemezdi. İzin alsa bile ölü gömemez; çayır hâline getiremez; satamaz; bağışlayamaz; rehin veremez; vakfedemezdi. Ancak sipahinin izniyle para karşılığı veya bedava ferağ edebilirdi. Ferağ, başkası lehine vazgeçmek demektir. Çiftçi, toprağı üç sene ekmeyip boş bırakırsa, elinden alınırdı. Çiftçi sene ortasında araziyi bırakıp başka yere gidemezdi. Giderse, zorla geri getirilir; bir de para cezası ödetilirdi. Ziraat senesi bitince, serbestti.

Toprak kirasına âşar denirdi. Âşar, mahsulün kendisinden alınırdı. Âşar, onda bir demektir. Âşarı, hükümetin vazifelendirdiği tımarlı sipahiler toplardı. Bu durumdan habersiz olan kimseler, Osmanlılarda hususî mülkiyet olmadığını zannetmiştir. Halbuki köy ve şehirlerdeki evler, bahçeler, ahır ve samanlıklar şahıs mülkü idi. Yalnızca arazinin çoğu fetih sebebiyle devlete aitti. Ayrıca vakıf araziler, kimsenin malı olmayan yol, meydan, orman ve meralar ile sahipsiz topraklar da vardı. Sahipsiz toprakları ihya eden, mâlik olurdu. İmparatorluğun bütün toprakları da böyle değildi. İslâmiyetin ilk zamanlarında fethedilmiş yerlerde mülk arazi çoktu.

Görülüyor ki devlet arazisinin bir kısmı askerî harcamalara tahsis ediliyor; geri kalan kısmından da yüksek memurların maaşı karşılanıyordu. Tımar gelirleri toprak mahsullerine göre tesbit olunduğundan, köylü o sene ne kadar gelir elde etmişse, memurlar da o nisbette gelire sahip oluyorlardı. O sene mahsul düşük ise, memurların geliri de düşük seviyede kalıyordu ki bunun sosyal adalet bakımından elverişli bir usul olduğu âşikârdır.

Tımar sistemi bozuluyor

Dirlik teşkilatı zamanla zaafa düştü. Bir kere harb teknikleri değişmiş; ateşli silahlar yayılmıştır. Bu da tımarlı askerlerin ehemmiyetini azaltmıştır. Bu arada fetihler durmuş; ama toprak mikdarı sabit kalmıştır. Sipahilere normalin üzerinde mükellefiyetler yüklenmiş; tımar yoklamaları muntazam yapılamamıştır.

Bu sebeplerle giderek sipahilik rastgele şahısların eline geçmiştir. Celâlî isyanları ve İran savaşları sebebiyle köylü toprağını terk edip şehirlere göçmeye başlamıştır. Bu da tımar gelirini düşürmüş; ordu mevcudu giderek azalarak 20.000 kişiye kadar inmiştir.

XVII. asırdan itibaren yeni tımar verilmedi. Valiler, kapılarında ücretli askerler yetiştirmek zorunda kaldı. Sultan Abdülmecid devrinde, tımar kaldırıldı. Sipahiler tekaüde sevkedildi. Yaşı müsait olanlar yeni kurulan orduya alındı veya atlı jandarma yapıldı. Böylece Osmanlı eyalet ordusu, yeniçeriler gibi kanlı ve ıstıraplı bir tasfiyeye uğramadan sessiz sedasız ortadan kalktı. Sipahiler sıradan halka karıştı.

Yok mu arttıran!

İyi de, şimdi toprak kiralarını kim toplayacaktı? Bunun için merkezden taşraya geniş salahiyetlere sahip tahsildarlar gönderildi. Ama bu usul iki sene sürdü. Kendisinden bekleneni veremeyen tahsildarlar geri çekildi. Âşar, iltizam yoluyla mültezimler tarafından toplanmaya başlandı. Bu usulde, her bir köyün âşarı ihaleye çıkarılırdı. Köyü ve mahsulünü yakından görüp inceleyenler ihaleye katılırdı. Kefil ve ipotek göstererek devlete en yüksek meblağı ödemeyi taahhüt eden kimse, ihaleyi kazanırdı.

Bu usule iltizam, bu işi üstlenene de mültezim denirdi. Eskiden bu işle geçinen çok sayıda insan vardı. Bunlar, bulundukları beldenin eşrafından güvenilir kimselerdi. Devlete ipotek göstermek zorunda olduğundan, ancak mülk sahipleri iltizama girebilirdi.

Mültezim, hükümete bir miktar peşin para öderdi. Mahsul olgunlaştığı zaman hemen mültezime haber verilirdi. Mültezim, yanında zaptiyeler (jandarmalar) olduğu halde köye giderdi. Mahsul bunların nezaretinde kaldırılır; âşar, aynî (mal) olarak tahsil olunurdu. Mültezimler, sonra bu mahsulü umumiyetle müzayede (açık arttırma) ile satıp, devlete borçlarını öderlerdi. Geriye kalan mikdar, kârı olurdu. Mahsulün umulduğu gibi yetişmediği seneler, âşar meblağı düşük kaldığı için, mültezim zarar ederdi.

Tımar devrinde, maden ocağı, tuzla, gümrük, dalyan, darphane gibi senelik muayyen gelir getiren mukataalar da üç yıllığına iltizama verilirdi. Mezata çıkarılan mukataa iltizamını alacak kimsenin çıkmazsa, emanet usulüne gidilirdi. Bu usulde mukataa, devlet tarafından vazifelendirilen emin adındaki maaşlı bir vazifeli tarafından idare olunurdu. Devlet, emanet usulünü her zaman iltizama tercih ederdi. Ama emin sıfatıyla mukataayı idare edecek güvenilir ve ehliyetli kimse bulmak da kolay değildi.

Toprak ağalığı doğuyor

1858 yılında Arazi Kanunnamesi ile Tapu Nizamnamesi çıkarıldı. Köylünün, ekip biçtiği mîrî toprağı kendi adına kaydettirmesi emrolundu. Toprak mülk kılınmıyor; ancak mülkiyete oldukça yaklaştırılıyordu. Herkesin eline tapu senedi veriliyordu. Toprak üzerindeki hukukî tasarruflar, artık tapu memuru huzurunda yapılacaktı.

Ne var ki köylülerin çoğu tescil emrine kulak asmadı. Bunun sebebi yalnızca resmî kâidelere karşı gevşeklik değildi. Köylü, tescil masrafı ve arazi vergisi ödemek istemiyordu. Üstelik asker alma sistemi öteden beri arazi mülkiyetine dayalı olduğu için, bu işte bir külfet kokusu almıştı. Tescil ettirirse, başına iş açılacağından korkuyordu. Ancak bu vehmi, köylüye pahalıya patladı. Uyanık taşra ileri gelenleri, geniş arazileri kendi adlarına tescil ettirdi. Böylece toprak ağaları meydana geldi. Köylü, artık devletin değil; ağanın toprağını ekip biçecekti.

Filistin'de İsrail kurulunca, uzun zamandır köylülerin elinde bulunan, ama şukarıdaki sebeplerle tapuya kaydettirilmeyen arazileri hükümet kendi malı saydı ve buraya Yahudi muhacirleri yerleştirdi. Bu, günümüze kadar süren bir problemi doğurmuştur.

1925 yılında âşar kaldırıldı. Mîrî toprak kimin elinde ise, mülkiyeti de bedelsiz olarak ona devredildi. Âşar yerine, para olarak alınan maktu emlâk vergisi getirildi. Eskiden mahsul az olursa, âşar da az olurdu. Şimdi mahsul az da olsa, çok da olsa, köylünün ödeyeceği vergi aynıydı. Politikacılarla yakın teması olan ve bunu önceden haber alan bazı belde eşrafı, cüz’î bedellerle geniş arazileri ellerinde topladı. Buna Ermenilerden ve mübâdil Rumlardan kalan arazi de eklendi. Böylece yeni bir toprak ağası sınıfı meydana geldi. Mültezimlikten başka mesleği olmayanlar ve çocukları beklenmedik bir sefâlete düştü.