RESULULLAH’IN ANNE VE BABASININ DİNİ VE ALİ EL-KÂRİ

Cahiliye devrinde Arabistan halkının bir kısmı Hazret-i İbrahim’in dininden kendilerine ulaşan kaidelere bağlıydı.
11 Ocak 2021 Pazartesi
11.01.2021


İslâmiyetin zuhur ettiği yıllarda Arabistan halkının çoğu müşrik, yani putperest idi. Ama İbrahim aleyhisselam soyundan geldikleri için, şeklen bu peygambere hürmet eder; onun şeriatinin deforme olmuş hâlini ritüel olarak tatbik ederler; hac yapar, kurban keserlerdi. Putperestliği Arabistan’a İslâmiyetten bin sene evvel Huzaa meliki Amr bin Lühay, Suriye’deki Amalika kavminden öğrenip getirmişti.

Arabistan’da tek tük Hıristiyanlar vardı. Hazret-i Muhammed’in peygamberliğine ilk inananlardan ve Hazret-i Hadice’nin amcası oğlu Varaka bin Nevfel bu dindendi. Medine’de, Roma sürgünü sırasında buraya gelip yerleşen üç Yahudi kabilesi yaşamaktaydı: Benî Kurayza, Benî Kaynuka ve Benî Nadîr.

Hicaz’da az da olsa Hazret-i İbrahim’in tevhid inancına mensup zatlar vardı. Ümeyye bin Ebî Salt ile meşhur hatib ve şâir Kus bin Saîde ile Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hazret-i Said’in babası Zeyd bin Amr bunlardandır. Hadîs-i şerifte bunlar için “Kıyâmet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır” buyuruluyor. (Müsned, I, 2; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, Aşere, 9; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/124.)

Millet-i İbrahim

Bu inanca Hanîf inancı, bunlara da Hanîfler (Hunefâ) denir. Hanîf, doğru yolda olan demektir. İslâmiyetten önce putlara tapınmayan, hacc yapan, sünnet olan, kısacası İbrahim’in dininde bulunanlar için bu isim kullanılmıştır.

Kur’an-ı kerimde bu sıfat İbrahim aleyhisselam için kullanılmaktadır. Çünki onun zamanında kendisinden başka tevhid inancını taşıyan kimse kalmamıştı. Hanîflik, Hazret-i İbrahim’in dininin esas vasfıdır; ama sadece bu dine mahsus değildir.

Hanîflik olarak bilinen Hazret-i İbrahim’in şeriatine ait hükümlerin bazıları Arabistan’da da câriydi. İslâmiyet bunlardan bazısını kabul etmiş; çoğunu kaldırmış veya sınırlamıştır.

Secde eden alınlar

Resulullah’ın dedeleri, bu arada Abdülmuttalib, babası Abdullah, annesi Âmine ve amcası Ebû Tâlib de Hazret-i İbrahim’in dinindeydi. Kur’an-ı kerimde “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” buyurulmaktadır (Şuarâ: 219). Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi muteber hadis kitaplarında geçen hadis-i şerifte, “Her asırda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyaya getirildim” buyurulmuştur.

Şu halde Cenab-ı Peygamber’in ebeveyni bir tarafa, Âdem aleyhisselâma kadarki soyunda mümin olmayan birinin bulunması, bu âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflere aykırıdır. İbrahim aleyhisselâmın babası diye geçen ve mümin olmayan Âzer, üvey babası ve amcası olarak tefsir edilmiştir. Tarihlere göre İbrahim’in babası Taruh’tur. Amcaya ve üvey babaya, baba demek an’anedir. Sübûtu katî, ama delâleti zannî nasslar, her zaman zâhir manalarına göre tefsir edilmez. [Taruh (Tarih veya Tareh), tefsirlerde 3 manaya tekabül ediyor. Bazıları, Yakub’un lakabı İsrail olduğu gibi Taruh’un lakabı da Âzer’dir, diyor. Bazıları İbrahim’in değil putun isminin Âzer olduğunu söylüyor. Nitekim En’am suresi 74. ayeti kerimeyi “Put olan Âzer’i mi ilah ediniyorsun?” manasında anlıyorlar. Bazıları da yukarıdaki gibi izah ediyor. Yani Azer babası değil amcası idi diyor. Razi tefsirinde tafsilatı vardır. Makbul ve makul olan da bu üçüncü görüştür.]

Nitekim Seyyid Abdülhakîm Arvasî, “Ebeveyni Resul” risalesinde diyor ki: “Kur’ân-ı kerimin müteşâbih âyetlerinin bütün ibârelerini Arab lisanı kâidelerine ve usullerine göre malum ve maruf, meşhur ve hakiki manaları ile almakta aklen ve şer’an mahzur var ise veya böyle almak muhal ise; zâhirî manasını almayıp, mecâzî manası ve maruf olmayan manası ile tefsir etmek lâzım ve vaciptir. Böyle yapmamak, şer’an vebaldir. Ta’ziri icap ettirir. Zira bu gibi müteşâbih âyet-i kerîmelerin zâhirlerine göre manasını vermek ‘İbtigâe’l-fitneti vebtigâe te’vîlihî’ âyet-i kerimesiyle (Alü İmrân: 7) men olunmuştur. Fitne uyandırmak, böyle olmasını istemek ve fitne üzerinde ısrar ederek yürümek, demektir. Yani ‘Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vîl etmek için, ondaki müteşâbih âyetlerin peşîne düşerler’ demektir.”

Süleyman Çelebi’nin meşhur mevlid kitabında, Âdem aleyhisselamın alnına konan tevhid nurunun nesiller boyu Resulullah’a intikal ettiğini söyler ki, o zaman Resulullah’ın ata ve ecdadının iman ehli olduğuna dair tabii bir inancın bulunduğu görülmektedir. Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki Silsilâvî tâ be-Âdem dâr u bâb Peyg ü pençe behiştî bî-hisâb” beyiti de bunu ispat eder.

Şeyhülislâm Kemalpaşazâde’nin (İbn Kemal), “Er-Risâletü Fi Necâti Ebeveyyi’n-Nebî Mine’l-Azâb” isminde Arapça bir risalesi bu mevzuyu gayet güzel anlatmaktadır. Bundan başka, aynı tarihlerde Abdullah Bosnevî, Arapça “Metâli’u’n-Nûri’s-Senî” risâlesini yazmıştır. Mesele o kadar meşhur olmuştur ki, neredeyse bu mevzuda söz söylemeyen kalmamıştır. Halebi’nin de Ebeveyyü’r- Resul isminde bir risalesi vardır.

Mutasavvıf Abdülehad Nuri Efendi, Osmanlı cemiyetinde Vehhabilerin habercisi olarak ortaya çıkan ve Resulullah’ın ebeveyninin küfr üzere öldüğünü iddia eden Kadızadelilerle mücadelesi ile tanınır. O, bu mevzuda yazdığı ve yazma nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan Te’dîbu’l-Mütemerridîn isimli risalesinde, Resulullah’ın anne ve babasının ehl-i necat olduğunu söyleyen çok sayıda âlimin ismini verir. Hazret-i Ali, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Mes’ûd, Enes bin Malik, Hazret-i Aişe, Hazret-i Fâtıma, Mücâhid, İkrime, Cafer es-Sâdık, Ömer bin Abdilaziz, Atâ, İbn Cerîr, İbn Uyeyne, Taberî, Ebû Nu’aym, Taberânî, İbn Şahîn, Fahreddin er-Râzî, Kurtubî, Takiyyüddin es-Sübkî, Pezdevî, Serahsî, İbn Nüceym, Celâleddin es-Süyûtî, İbn Hacer el-Heysemî, Şa’rânî, Kastallânî, Kâdihân, Kâdî İyad, İbn Kemal, Saçaklızâde Maraşlı Mehmed Efendi, Abdullah Bosnevî…

Mucize ve ikram

“Akrabanın affı için dua etme!” âyet-i kerimesi (Tevbe: 113) Ebu Tâlib içindi. “Babam ve baban ateştedir” hadîs-i şerifi (Müslim) vahy ile değil, ictihad ile söylenmiş idi. İmanlı oldukları sonradan vahy ile bildirildi. Buradaki “Baba” sözünden, “amca” kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim Hazret-i Hadice’nin ölen iki çocuğu için de böyle buyurmuş; Cehennemde olmadıkları sonradan bildirilmişti. Abdülmuttalib hakkındaki beyan da bunun gibidir. Kaldı ki Cehennemde olmak, mümin olmamayı icap ettirmez.

Cenab-ı Peygamber, “Keşke anne ve babamın hâlini bileydim” derdi. Allah, peygamberine ikram için, Veda Haccından dönüşte Hacun mevkiinde, anne ve babasını diriltmiş; Resulullah’a iman ederek, onun ümmetinden olmak şerefine kavuşmuşlardır. Bunu İmam Kurtubî (v. 1273), Hâfız İbn Nâsırüddin (v.1438) ve başka âlimler bildiriyor. Bu ihyadan maksat, imana gelmeleri için değil; Server-i Ekrem’e ümmet olma şerefine kavuşmaları ve kalb-i nebevînin mütmain olması içindi. Hadis-i şerifin metninden anlaşılan da budur. Kavlu’l-Fasl adındaki El-Fıkhu’l-Ekber şerhinde de bunun Peygamber Efendimize has bir hâl olabileceği yazar ki, bunu inkâr edenlere bir cevaptır.

Beni İsrail’in öldürdüğü kimseyi diriltip katilini haber vermesi ve İsa aleyhisselamın duaları ile nice mevtaları diriltmesi de böyle ikram idi. Süyûtî (v.1505), “Bu hadîs zayıf ise de, çok kimsenin bildirmesi ile kuvvet kazanmıştır. İbadetlerin ve şahısların kıymeti hakkında zayıf hadise uyulur” diyor.

Niye Hristiyan veya Yahudi değil?

İslâmiyetten bir evvelki din, Hristiyanlık olduğuna göre, neden Resulullah’ın anne ve babaları Îsâ aleyhisselamın dininde değildi? Resulullah’ın gelişinden hemen evvelki zamanlar fetret devri idi. Şeriatlerin unutulduğu ve peygamber gönderilmeyen uzun zaman aralığına fetret devri denir. Bu devirde yaşayan insanlar (ehl-i fetret), İslâm inancına göre, yalnızca bir yaratıcının varlığına inanmakla mükelleftir.

Îsâ aleyhisselamın gelişinin üzerinden uzun asırlar geçmiş, bu dinin esasları unutulmuştu. Ne Mûsâ, ne de Îsâ peygamberin dini, aslına uygun ve doğru olarak biliniyordu. Asırlar içinde tahrife uğramış, hurafelerle dolu iki din hâlini almıştı. Arabistan’da ise çok az biliniyordu. İnsan, kendisine kati ve sahih olarak ulaşan tebliğden mesuldür. Bu sebeple Resulullah’ın anne ve babasının Hristiyan veya Yahudi dininde olmaması makuldür.

Ya Ebu Talib?

Şia, Ebu Talib’in imanla öldüğüne inanır. Dedeleri İbrahim’in dininde olan, ama İslâmiyet’in zuhuru ile bu dine inanması icap eden Ebu Talib, kınanmaktan korktuğu için iman etmedi. Son nefesinde iman ettiğine dair biraderi Abbas’tan rivayet varsa da, Hazret-i Abbas o sırada müslüman olmamıştı. Resulullah, “Ben işitmedim” buyurdu.

Hadis-i şerifte, “Cehennemde azabı en az olan Ebu Talib’dir” buyuruldu (Müslim). Bu da Resulullah’ın anne ve babasının mümin olduğunu gösterir. Ancak Veda Haccı’ndan sonra ikram olarak onun da diriltilip iman ettiğini bildiren hadis-i şerifi Kurtubî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler naklediyor. (Tezkire-i Kurtubî, en-Nimetü’l-Kübrâ, Şifa-i Şerif)

Ah bu hattatlar

İmam Ebu Hanife’nin İslâm inancının esaslarını anlattığı el-Fıkhü’l-Ekber kitabının bazı nüshalarında, Resulullah’ın anne ve babasının imansız öldüğü (mâtâ kâfiren) yazılı ise de; bazı âlimler, kitapta böyle bir cümle olmayıp sonradan eklendiğini söyler. Zebîdî, Bağdad’daki nüshada, “kâfir olarak ölmediler” (mâ mâtâ kâfiren) yazdığını anlatır. Şu halde, burada bir kasıt yoksa, yazmaktan okumaya fırsat bulamayan cahil bir hattatın, istinsah ederken, fazla zannedip bir mâ’yı sildiği söylenebilir. Bu nüshanın benzeri Süleymaniye Kütüphanesi’nde de vardır.

Vaktiyle Tevrat ve İncil, kötü niyetliler tarafından tahrif edildiği gibi; bazıları da din büyüklerinin kitaplarına el uzatmıştır. Mesela Muhyiddin Arabî’nin Füsus ve Fütuhat kitaplarına bazı şeyler karıştırdıklarını İmam Şa’rânî Kibrit-i Ahmer ve el-Yevâkit kitaplarında izah eder. Mevlânâ, Mesnevi’sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamış; ona bile uydurma bir cilt eklenmiştir.

El-Fıkhu’l-Ekber’in bazı nüshalarında, “mâtâ ale’l-fıtrati ve Ebû Tâlib mâte kâfiren” yazar ki, ikisinin de yaratılıştaki din, yani İslâm üzere öldüğü anlaşılır. Bu birkaç kelimenin düşmesiyle “mâtâ kâfiren” kalmış olabilir. Bazı âlimler ise “mâtâ kâfiren” sözünü, İslâmiyetten evvelki zaman olarak tefsir etmiştir. Bazı nüshalarda mâtâ fi’l-câhiliyye (cahiliye devrinde öldüler); bazılarında ise mâtâ fi’z-zemeni’l-küfri (küfr devrinde öldüler) yazılıdır.

872/1467’de el-Fıkhu’l-Ekber’e şerh yazan Osmanlı âlimi İlyas bin İbrahim Efendi, bu nüsha farklılığına dikkat çekmiş; Kurtubî’den nakiller yaparak ebeveyn-i resulün küfr üzere öldüğünü reddetmiştir.

Müstekimzade, El-Fıkhu’l-Ekber şerhinde, terkipteki ism-i muzafın mahzuf olduğunu, yani “küfr zamanında öldüler” ifadesindeki “zamanında” kelimesinin düştüğünü; bu ikisinin fetret zamanında öldüğünde ittifak bulunduğunu söyler.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, “Ebeveyn-i Resul” isimli risalesinde diyor ki: “Hicrî dördüncü asırda İmam-ı Azam hazretlerinin yüksek şanlarını noksanlaştırmak, kıymet nazarından düşürmek emeliyle Bağdad’daki bazı münafıklar ve zındıklar tarafından hasedle, garazla, düşmanlıkla uydurulmuş ve kitabının nüshalarına bilhassa eklenmiş ve yazılmıştır. Bu dedikodu, bu fitne ve fesad ateşi o zamanda alevlenmişti. Ebû Hanîfe’nin kendi el yazısı ile yazdığı asıl nüshası üzerinde âlimlerden mürekkeb bir heyetin yaptığı tedkikat neticesinde, bu ve bunlar gibi cümleler kitabın asıl nüshasında görülemedi ve bunların hasedcilerin, fâsıkların hileleri ve zındıkların ve mülhidlerin tahrifleri olduğu katiyyen anlaşıldı. Bu vâkıa İslâm âlemine arz edildi. Bugün elimizdeki El-Fıkhu’l-Ekber tercemeleri, işte o tedkikten ve tashihten önce etrafa yayılan nüshalardan terceme edilmiş olan nüshalardır.”

Şiblî Numanî, muhtevası ve üslubu sebebiyle el-Fıkhu’l-Ekber’in İmam Ebu Hanife’ye aidiyetini kabul etmezken; Ahmed Emin ve Ebu Zehre, kitabın Ebu Hanife’ye nisbetinin sahih olduğunu, ama sonradan bazı ilaveler yapıldığına işaret eder. [Tafsilat için bkz.Mustafa Akçay,  Hz. Peygamber’in Anne-Babasının (Ebeveyn-i Resûl) Dînî Konumuna Dair Ebû Hanîfe’ye Atfedilen Görüş Etrafındaki Tartışmalar, Sakarya İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 2009.]

Aliyyü’l-Kârî’nin tavrı

Aliyyü’l-Kârî (v.1605), Minehu’r-Ravd adlı el-Fıkhu’l-Ekber şerhinde, muhtemelen Şiîlerin taşkınlıklarına bir reaksiyon olmak üzere, Vâlideyn-i Resulullah’in (Peygamberin anne ve babasının) mümin olarak öldüklerini inkâr etmiş; bununla da kalmayıp Edilletü’l-Mu’tekadi Ebî Hanîfe fî Ebeveyi’r-Resûl  adında müstakil bir risâle yazarak, aksini müdafaa eden İmam Süyûtî, İbn Hacer Mekkî ve İbn Kemâl Paşa’yı çürütmeye çalışmıştır. Bununla da iktifa etmeyerek Şifa’ya yazdığı şerhte, aynı iddiayı tekrarlayarak buna dair müstakil bir risale yazmakla öğünmüştür.

Halbuki bu ifadeyi okuyunca, “Sen, yani senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” mealindeki âyet-i kerime (Şuarâ: 219) ve Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi muteber hadis kitaplarında geçen “Her asırda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyaya getirildim” hadis-i şerif aklına gelerek, bu ifadeyi şüphe ile karşılaması ve başka nüshalarla karşılaştırması icap ederdi. İlim adamlığı bunu icap ettirirdi.

Kaldı ki nahv âlimi İbn Hibbân’ın “Peygamber Efendimiz’in annesinin ve babasının küfrden beri oldukları, kâfir olmadıkları fikri, Şîîler’in itikadıdır” demesi, bu sözün yanlış olduğunu göstermez. Şiîlerin de aynı fikirde olduğunu gösterir.

Âlim kimdir?

Müstekimzâde Süleyman Saadeddin Efendi, El-Fıkhu’l-Ekber şerhinde, Aliyyü’l-Kârî’yi “zâhirbin” olmakla, yani zâhire bakmakla vasıflandırır. Sadece Aliyyü’l-Kârî değil, zâhir ulemasından başka bazıları da bu hatayı tekrarlamış ise de, sözleri Aliyyü’l-Kârî kadar açık değildir ve onun yaptığı gibi bu görüşte olmakla öğünmemişlerdir. Bunların hiçbirisi âlimler tabakasında sözü hüccet olan bir derecede değildir.

İbn Hacer el-Mekkî, Fetâvâda diyor ki, “Bu söz Ebû Hanîfe Muhammed bin Yusuf el-Buhârî’ye ait olup, Ebû Hanîfe Numan bin Sâbit el-Kûfî’nin beyanı değildir. Her zayıf ihtimali nazara alarak, o büyük imamın böyle buyurduğunu bir an kabul etsek de, o sözün manası, şerefli ana ve babası küfr zamanında öldüler, demek olur; kâfir olarak öldüler, manasını taşımaz. Çünki Allahü Teâlâ (mealen) ‘Seni secde eden sulb ve temiz rahimlerden geçirerek dünyaya getirdim’ buyuruyor. Secde edenler sözü, ana ve babalarının mümin bulunduklarını bildirmektedir. Bu meselenin bildirilmesi, onlara karşı çok edebli olmayı bildirmek içindir. Çünki bunu bilmemekte bir zarar yoktur ve kıyamette bundan sorulmaz.”

el-Fıkhu’l-Ekber nüshalarının çoğunda böyle yazıyor olması bir şey ifade etmez; yanlış nüshadan fazlaca istinsah edildiğini gösterir ki, “küllü hattatin câhilün” tabirinin tezahürüdür. Bu hatalı nüshayı okuyan birinin şöyle demesi lazım gelirdi: “Bu mevzuda - bazısı delâleti zannî de olsa- bunca âyet-i kerime ve hadis-i şerif var. Bu söz, onlara uymuyor. Bu kadar muhakkik âlim de ehl-i necat olduklarını söylüyor. Ayrıca, fetret devrinde, daha peygamber tebligatı gelmeden ve duymadan ölen birisi, nasıl küfr üzere ölebilir?  Bu akla da mantığa da uymaz.”

Bir kitabı şerh etmek, Taşköprüzade’nin dediği gibi, Arapça akideler ve şer’î usuller çerçevesinde, onu gücü yettiğince izah etmek demektir. İlim sahibine yakışan, meseleleri usul ve edep çerçevesinde ele almaktır. İlimde farklı görüşte bulunmak, her âlimin hakkı olmakla beraber, bir kitabın farklı nüshalarını tedkik etmeden hüküm vermek, ilim adamı haysiyetine yakışmaz. Bugün bir master talebesi farklı nüshalara bakıp karşılaştırmadan bir tez yazsa, ittifakla reddedilir. Aliyyü’l-Kârî’nin yukarıdaki mantık çerçevesinde ve edep hududu içinde, gördüğü nüshanın hatalı olduğunu düşünmesi, hiç değilse tevakkuf etmesi lazımdı. Zira âlim, çok okuyan veya bilen değil; doğruyu yanlıştan tefrik edebilendir. Ama bazılarının mizacı, buna müsait değildir. Farklı bir şey söyleyerek dikkat çekmekten veya kavgadan zevk alırlar. Allah affetsin.

Akaid meselesi mi?

Resulullah’ın anne ve babasının mümin olarak ölüp ölmediği meselesinin, bir akaid mevzuu olmadığını, insanların bilmesi lazım gelmediğini, ahirette kimseye sorulmayacağını İbn Kemal gibi âlimler bildirmiş iken, Aliyyü’l-Kârî’ye göre göre bu, bir akaid meselesidir. “Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-Ekber’e aldığı bir husus, nasıl akaid meselesi olmaz” der. Halbuki hilafet meselesi de akaide dair olmadığı halde, bazı bid’at fırkalarının bunu inanç esaslarından sayması sebebiyle, kelâm kitaplarına alınmıştır.

Nitekim İmam Rabbânî, II.cilt 60.mektupta diyor ki: “Hilafet bilgisi, usul-i dinden ve zaruriyyat-ı diniyyeden, yani dinin bilinmesi lüzumlu bilgilerinden değildir. Füru-i dindendir. Öyle olsaydı, Resulullah’ın vefatından sonra kimin halife olacağı Kur’an-ı kerim ve sünnet-i nebevîde açıkça bildirirdi. Ancak, ehl-i bid’at, taşkınlık yaptığı ve eshab-ı kirama leke sürmeğe kalkıştıkları için, onları çürütecek bilgileri izah lazım olmuştur. Çünkü, bu sağlam dinde fesad çıkmasını önlemek zaruriyyat-ı dindendir.”

Hindistan ulemasından Fadl-ı Resul Beyâdûnî’nin 1270/1854’de kaleme aldığı akaide dair metnine, Ahmed Rıza Han Berilevî’nin 1320/1902’de yaptığı el-Mu’temed fi’l-Mutekad şerhinde diyor ki: “Valideyn-i Resul’ün imanı hakkında, âlimler üçe ayrıldı: Kimi küfrlerine, kimi Fahreddîn Râzî gibi İslâmlarına kâil olmuştur. Kimi hiç konuşmamıştır ki, en ihtiyatlı ve sâlim yol da budur. Süyûtî, imanlı oldukları hakkında üç risâle yazmış; Abdülhak Dehlevî hazretleri Mişkat Şerhi’nde böyle bildirmiştir. İbni Kemâl, Tahriru’l-Usul’de, İbni Abdiddevle’den naklen böyle söylemiştir. el-Fıkhu’l-Ekber’de, bunun hilafına dair söz, İmam Ebu Hanîfe’ye bühtandır. Sahih nüshalarda bunlar yoktur. İbn Hacer-i Mekkî, Fetava’sında, o söz Ebû Hanîfe Muhammed bin Yusuf el-Buhârî’ye ait olup, Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit el-Kûfî’nin beyanı değildir. Her zayıf ihtimali nazara alarak, o büyük imamın böyle buyurduğunu bir an kabul etsek de, o sözün manası, şerefli ana ve babası küfr zamanında öldüler, demek olur. Bu söz onların kâfir olarak öldüler manasını taşımaz. Çünki Allahü teâlâ, ‘Seni secde eden sulb ve temiz rahimlerden geçirerek dünyaya getirdim’ buyuruyor. Secde edenler sözü, ana ve babalarının mü’min bulunduklarını bildirmektedir. Bu meselenin bildirilmesi, onlara karşı çok edebli olmayı bildirmek içindir. Çünki bunu bilmemekte bir zarar yoktur ve kıyamette bundan sorulmaz.”

İbni Âbidîn, Reddü’l-Muhtar’ın kâfirin nikâhı bahsinde der ki: “Peygamber aleyhisselâmın anne ve babasının diriltilerek kendisine iman ettiği, zayıf da olsa bir hadîs-i şerifte rivayet ediliyor. Allahü teâlânın lutf-u kereminden beklenilen, bu ikisinin, ehl-i necat olduğudur. Hatta Peygamber aleyhisselâmın bütün ataları muvahhiddirler. Muhakkik âlimlere göre Cenab-ı Peygamber’in anne ve babasının imanlı olup olmadığını konuşmamalı, edebi gözetmelidir. [Hadisi şerifte, ‘Ölüleri kötüleyerek, dirileri incitmeyiniz’ buyuruldu.] Bunu konuşmamak, öğrenmemek insana zarar vermez; kabirde ve kıyamette sorulmayacaktır.” Mürted bahsinde de Zevâcir’den alarak diyor ki: “Allahü teala Peygamber Efendimiz’e batmış olan güneşi geri gönderip geçmiş olan vakti geri çevirerek ikram ettiği gibi, anasını babasını da dirilterek geçmiş olan iman vaktini iman edilecek vakte çevirerek ikram etmiştir. “Sen, Cehennemliklerin küfür ve günah işlemekteki ısrarlarından mesul değilsin” âyet-i kerimesi (Bakara: 119), Resul-i Ekrem Efendimizin anası, babası hakkında nazil olmuştur, diye varid olan rivayet sahih değildir. Müslim’de geçen ve ölmüş babasının hâlini soran birine verdiği: “Benim babam da, senin baban da Cehennemdedir” sözü, Resul-i Ekrem, anasının babasının hallerini bilmezden önce idi. Dirilme hadisesi bundan sonra olmuştur.”

Müstekimzade, El-Fıkhu’l-Ekber şerhinde, buna dair âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin, uyanık kişilere yol göstermeye kâfi geleceğini; mübarek nesebine dair konuşmaların, Cenab-ı Peygamber’i incitmek olduğunu; onu incitenlerin ise âyet-i kerime mucibinde dünya ve ahirette lanetlendiğini söyler. Kâdi İyad, Şifa-i Şerif’te, Resulullah’a, anne ve babasının ehl-i necat olmadığını düşünmekten daha kötü bir eziyet olamayacağını beyan eder.

Kevseri ne diyor?

Aliyyü’l-Kârî’nin hayranlarından ve zamanenin çok itibar ettiği Âlûsî, Ruhu’l-Meâni isimli tefsirinde der ki: “Bu âyet-i kerime (Şuarâ: 219) Resulullah’ın anne ve babasının [tevhid] itikadını ispat olarak gösterilmiştir ve korkarım ki onlar hakkında [kötü] konuşan kişi küfre girer; el-Kârî ve benzerlerinin aksi yönde söylediklerine rağmen!”

el-Fevâidül-Behiyye’de Aliyyü’l-Kârî’yi müceddid olarak vasıflandıran Abdülhay el-Lüknevî, Turubü’l-Emâsil bi-Terâcimi’l-Efâdıl kitabında bakın ne diyor: “Alî Hirevî, Herat’ta doğdu. Mekke’de yerleşdi. İbn Hacer Heytemî’den de okudu. Çok eser bıraktı ise de, din büyüklerine itirazları çirkin oldu. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’in ictihadlarına dil uzattı. Büyük âlim Muhammed Miskin, ona lâyık olan reddiyyeyi yazdı. Muhammed bin Resul el-Hüseyni el-Berzencî  Sedâdü’d-Dîn fî-İsbâti’n-Necâti li’l-Vâlideyn’de (s.117) diyor ki, ‘Aliyyü’l-Kârî, el-Fıkhu’l-Ekber’i şerh ederken, Resulullah’ın vâlideynine dil uzatmış; bu yetmiyormuş gibi, ayrıca bir risâle de yazmıştır. Şifâ kitabını şerh ederken, küfrlerini bildiren risâle yazmış olduğunu, öğünerek bildirmiştir. [Mekke-i Mükerreme müftüsü iken, 1033/1624’de vefat eden talebesi] İmam Abdülkâdir et-Taberî, o risâleyi red için bir risâle yazmıştır. [Hatta Seyyid Abdülkâdir rüyasında Kârî'yi merdivenlerden aşağı attığını gördüğünü, ertesi sabah Kârî’nin kötü bir şekilde düştükten sonra rahatsızlandığı haber aldığını ve kısa bir zaman içinde vefat ettiğini yazmıştır.]” (Beyrut 1418-1998, s.516)

Bu mevzuda Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin sözü mühimdir. O, bu hususta Aliyyü’l-Kârî’nin hataya düştüğünü ve sû-i edep gösterdiğini söylemiştir. Bu eserin ekseri yazma nüshalarında bu ifadenin “Onlar küfür üzere ölmemiştir” (mâ mâtâ ale’l-küfr) veya “Onlar fıtrat üzere ölmüştür” (mâtâ ale’l-fıtra) tarzında olduğunu beyan eder ve şöyle der: “Allah’a hamd olsun, ben bu ‘mâ mâtâ ale’l-küfr’ ifadesini el-Fıkhu’l-Ekber’in Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’deki iki eski yazma nüshasında bizzat gördüm.” (Kevserî, Mukaddimetu el-İmâmu’l-Kevserî, Beyrut 1997, s. 170.)

Aliyyü’l-Kârî bunu Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi tekfir ederken de yapmıştır. İbn Âbidin gibi zâhir ve bâtın ilimlerini şahsında birleştirmiş bir âlimin, “Rivayette Süyutî, dirâyette İbni Kemal” diye methettiği iki büyük âlimden İbn Kemal, Muhyiddin’in hatalarını sayıp döktükten sonra, küfre fetva vermeden meseleyi gayet güzel izah etmişken, Aliyyü’l-Kârî, bunu hiç kâle almayıp, hemen küfr kılıcını Şeyh’in başına indirmekte tereddüt etmemiştir. Mamafih, Ebeveyn-i Resul’de bu hassasiyeti göstermeyen, Muhyiddin’de hiç göstermez.

Dönmüş mü?

Hakkında yazdığı Mullā ˒Alī b. Sulān al-Qārī and his Works: A Descriptive Bibliography isimli makalede Aliyyü’l-Kârî’yi göklere çıkaran Dr. G. F. Haddad, Kârî’nin hayatının sonuna doğru görüşünü düzelttiği hikâyesinin yanlış olduğunu; bilakis Şifa Şerhinden sonra yazdığı el-Esrar'da hayatının sonuna kadar muhafaza ettiği bu tavrını daha da sertleştirdiğini söyler. O zaten Aliyyü’l-Kârî, fikrinden rücu edebilecek karakterde birisi değildi.

Aliyyül-Kârî’nin Şifa Şerhi’nin şimdilerde Beyrut’ta basılan ciddi tahrifler yapılmış; ebeveyn-i resul hakkındaki fikrinden döndüğü eklenmiştir. Halbuki eski baskısında tam aksi yazmaktadır. Beyrut baskısını okuyan nevzuhur bazı softalar, Aliyyü’l-Kârî’nin bu fikrinden döndüğünü zannetmektedir.  

1299 Muharrem Efendi Matbaası nüshası s.601: “Ebu Talib’in müslüman olduğu sahih değildir. Tilimsani, annesinin müslüman oluşunu sahih bir isnad ile rivayet ediyor. Ebeveyninin ikisinin birden müslüman oluşunu da rivayet ediyor. Ancak kabul olunmaz. Nitekim Süyutî’nin 3 risalesine reddiye olarak işbu meseleyi beyan ettim.”

2001’de Beyrut Dârülkütübililmiyye nüshası s.605: “Ebu Talib’in müslüman olduğu sahih değildir. Anne ve babasının imanı hakkındaki kavillerden müslüman olduklarının daha sahih olduğu, ümmetin büyüklerinin ittifakıyla sabittir.”

1299 nüshası s.648-649: “Resulullah ebeveynini diriltti ve ona iman ettiler. Bunu Taberani ve başkaları Aişe radiyallahü anhadan rivayet etmişlerdir. Ancak hafızlar bunun zayıf rivayet olduğunda müttefiktir. Nitekim Süyuti de bunu tasrih etmiştir. Ebu Dıhye, bunun kitap ve sünnete muhalif olması sebebiyle mevzu olduğunu söylemiştir. Ben de bunu göstermek için, Süyutî’nin üç risalesine, müstakil bir risale yazarak itiraz ettim ve meseleyi beyan ettim.”

2001 nüshası s.652: “diriltti”den sonrası çıkarılmıştır.

Böylece Aliyyü’l-Kârî’nin Resulullah’ın anne ve babasının küfr üzere öldüğü fikrinden hiç vazgeçmediği anlaşılıyor. Beyrut baskısı, onu bu fikrinden dönmüş gibi göstermek gayretkeşliğine/sahtekârlığına düşmüş. Aliyyü’l-Kârî fanları, hep yeni baskılara baktıkları için, bunu atlamışlar; buna rağmen ayar vermeye kalkmışlar.

Din kitaplarının yeni baskılarına itimat edilemeyeceği bir kere daha anlaşılıyor. Nitekim Sultan Hamid’den (1908’den) sonra basılan kitaplar mutemet değildir. Çünki ondan evvel Maarif Encümeni, basılan kitapları kontrol ederdi. Demek ki eski kitapların yeni baskılarında kim bilir daha ne hatalar vardır. Sultan Hamid, Acem matbaacıların tahrif ederek kaçak bastığı kitapları toplatıp, hamam külhanında yaktırırdı.

Mamafih bu fikrinden dönüp dönmemesi; Aliyyü’l-Kârî’nin sahih hadîslere mevzu demesini; filozoflara ağzını açmayıp, güya Hanefî mezhebini müdafaa edeceğim diye, İmam Mâlik, İmam Şâfiî gibi müctehidlerin ictihadlarına edeb hududunun dışında itirazlarda bulunmasını; Şiîlere gösterdiği hüsn-i zannı, Muhyiddin Arabî’ye göstermemesini; en mühimi İbni Teymiyye ve İbn Kayyım’a olan muhipliğini ortadan kaldırır mı?

Ne söylediğine bakmalı

Mişkât’a yazdığı Mirkat adlı şerh, daha çok bir reddiye mahiyetindedir. Okuyanlar adeta metinle alay etmek için yazıldığını düşünür. Ulemanın sahih bulduğu, hiç değilse mevzu demediği nice hadis-i şerifleri, indî sebeplerle mevzu olarak vasıflandırmıştır. Halbuki yaşadığı devir ve mensup olduğu tabaka itibariyle hadislere mevzu demek salahiyetinde olmaması icap eder. Bu gibi şahsiyetler âlimler tabakasının nihayet yedinci sırasındadır ve sözü dinde hüccet olamaz. Hadis-i şeriflerin sahih, zayıf veya mevzu olarak değerlendirilmesinin, tamamen ictihadî bir mesele olduğunu bilmeyen basit halk, hatta sathi ulema da buna itibar ederek bu hadis-i şeriflerin mutlak mevzu olduğunu zannetmiş; Aliyyü’l-Kârî’yi de mehaz göstermiştir.

Dini sıyanet ve aslına irca iddiasında olduğu halde, hayatlarını bir yandan filozoflar, bir yandan da bid’at fırkalarına karşı mücadele ile geçiren kelâm âlimlerini, dini aslından uzaklaştırmakla itham etmiş; ama din gayreti, ne feylesoflara, ne de bid’at fırkalarıyla söz söylemesine yetmiştir.

Fikirlerine iştirak etmedikleri, meslek ve meşreblerine de uymadığı halde, her zaman sünnet-i seniyyeyi ittibaı önde tutması sebebiyle sözlerini tevil ederek Muhyiddin Arabî’yi tekfirden kaçınan İbn Kemal, İmam Rabbani, İbn Hacer gibi muhakkik âlimlerin sözlerini görmezden gelerek, bu büyük veliyi tekfirden kaçınmamıştır. Ama Mirkatü’l-Mefâtih kitabının başındaki yazılarından da açıkça anlaşıldığı gibi, İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi münakaşalı şahsiyetlere hayranlığını hiç gizlememiştir.

Aliyyü’l-Kârî’nin bu keskin üslubu, Risâle fî Vahdeti Vücûd’da söylediği, “Kimin söylediğine değil, ne söylediğine bakmalı” düsturuna dayanmaktadır. Yanlış bulduğu hususlara karşı, fazla tahkik-i nazar etmeden itirazda bulunması ve bunu âdet haline getirmesi, muhakkikler nezdinde ciddi tenkitlere uğramasına sebebiyet vermiştir. Ama çok zaman sözün manasının derinliğine inmek yerine, şeklî değerlendirmelerde kalmış, bu sebeple hataya düşmüştür. Kitaplarını okuyanlar, derinlemesine tetkikat yapmamasını ve üsluptaki sathiliği, bunlardaki umumi problem olarak görmüşlerdir.

Hâlif, tu’ref!

Çok yakın denecek bir zamanda yaşadığı halde, Aliyyü’l-Kârî’nin hayatı hakkında malumat pek azdır. Olanlar da Muhibbî, İsamî gibilerin yazdıklarına istinad eder. Her mevzuda onlarca kitap yazan Aliyyü’l-Kârî’nin ne kendisinden, ne hocalarından, ne ilmî mesaisinden bahsetmemesi, herhalde tevazuundan olmasa gerektir. Mesela hocası olduğu iddia edilen İbn Hacer’den hiç tesir görmemiş olması şayan-ı dikkattir. İsmi hiçbir meşhur âlimin ilim icazetnamesinde geçmeyen Aliyyül-Kârî, şimdikilerin zannettiği gibi o zamanki hakiki ulema tarafından fazla itibar görmemiş; “hâlif tu’ref” (muhalif ol, tanınırsın) fehvasınca meşhur olmuş ve meşrebini beğenenler tarafından alkışlanarak, yakın zamanda belli bir kesimin önderlik koltuğuna oturtulmuştur. Öldüğü zaman Mısır’da bin kişinin gıyabi cenaze namazı kıldığı doğru olsa bile, bu ilmi kıymetini değil, şöhretini gösterir. Bugün bile nice siyasi şahsiyetler, hatta sahte kahramanlar öldüğü zaman, uzak beldelerde saf Müslümanlar (üstelik Hanefî mezhebine aykırı olduğu halde) gıyabi cenaze namazı kılmaktadır.

Şemmu’l-Avâriz adlı kitabında kendisini “tahdis-i nimet” kabilinden müceddid olarak tavsif eden Aliyyü’l-Kârî, Zeydiyye mezhebindeki Şevkânî tarafından müçtehid kabul edilir. Osmanlı Devleti’nde XVII. asırda ayaklanıp tekkeleri basan, minareleri yıkmaya kalkışan Proto-Vehhâbîlik hareketi Kadızadeliler de, vâlideyn-i Resul’ün imanı meselesinde kendisiyle aynı çizgidedir.

Seyyid Abdülhakîm Arvasî, Ebeveynü Resul risalesinde onun hakkında şöyle söyler: “Aliyyü’l-Kârî, Afganistan’daki Herat şehrindendir. Şiî tazyiki üzerine hicret ettiği Mekke-i Mükerreme’de ömrünü geçirmiş; mükemmel Arabî öğrenmiştir. Kendisi hadd-i zatında hattat olduğu için kıymetli kitapları istinsah ederek nafakasını te’min ederdi. Arabîyi iyi bildiği için istinsah ettiği kitaplarda bazı şerhler yapmış, böylece bir âlim şöhretini kazanmıştır. Halbuki kendi telif ettiği birkaç kitapta birçok sahih hadislere mevzu demiş, tasavvufa karşı çıkmıştır ve ebeveyn-i muhteremeyn-i nebevînin küfr üzerine vefat ettiklerini isbata çalışmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri bilhassa Hindistanlı Ahmed Rıza Han kitaplarında bunun dinde söz sahibi olmadığını bildirmişlerdir ve hatalı yazılarına da cevap vermişlerdir.”

Aliyyü’l-Kârî’ye selef itikadını canlandırma ve dini bid’atlerden arındırma misyonu yükleyenler, her halde neyi neden söylediklerini bilmiyorlar. Evet, Aliyyü’l-Kârî’nin bazı kitaplarından anlaşılan, selef itikadına dönme iddiasında, İmam Ebu Hanife’yi rehber ittihaz ettiği; ona sadakatle bağlı göründüğüdür. Nitekim Seyfü’l-Ebrar gibi kitaplarda, avamın bir mezhebe bağlı olması kaidesi izah edilirken, Aliyyü’l-Kârî’den referanslar verilir.

Buna mukabil, Mişkat şerhinde birçok müteşabih âyet ve hadîs hakkında; te’vil ile tefviz arasında hareket eder, ki bu selefîlik raconuna uymaz. Onunki, kendine mahsus bir selefîliktir. Nasıl zamanının önde gelen âlimlerinden ve çok sayıda faydalı kitabın müellifi İbn Teymiyye, aykırı fikirleri sebebiyle Ehl-i sünnetten uzaklaşmış; bugün kendilerine Selefî diyen Vehhabî topluluğunun imamı sayılmakta ise; bugün kendisini Sünnî/Hanefî olarak lanse eden, ama Selefi/Vehhâbî tesirindeki bazı Diyobendîlerin, bu üslubu sebebiyle, Aliyyü’l-Kârî’yi kendilerine önder kabul ettiği hayretle görülmektedir.

Aleni bir şekilde Selefi-Vehhabi propagandasının millette karşılığının pek de olmadığını düşünenlerden bazıları, daha kolay hazmedilsin diye doktrinlerini anlatan kitaplarda değişiklikler yapmakta; Hanefi-Maturidi imajı vererek de bunları yaymaktadır. Her mevzuda lafı, Aliyyü’l-Kârî gibi müfrid, hatta İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi fikriyatı Hanefi-Maturidi'ye çok muhalif  şahsiyetlerin görüşlerine itibar edilmesi gerektiğine getirmektedir. Bunların kitaplarında ve internetteki jargonu, kullanılan anahtar kelimeler, beğenilenler, paylaşılanlar, bağlantılar, bunların hangi merkez tarafından yönlendirildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlar, İhvan takıntısı olan bazı vaizlerin vasıtasıyla basit halk arasında rağbet görmektedir. Bunların Türkiye’nin terör listesine koyduğu Suriye ve Irak’taki bazı gruplarla da irtibatları vardır.