“CUMHURBAŞKANI NECİDİR? BAŞBAKAN NE İŞ YAPAR?”

Parlamenter sistemde, cumhurbaşkanı ile başbakanın pozisyonu her zaman münakaşa mevzuudur. Yürütmenin başı olan bu iki makamdan biri varken diğerine ne gerek olduğu suali sorulur.
13 Ağustos 2014 Çarşamba
13.08.2014

“Reisicumhur bir talimat veriyor; başvekil ayrı talimat veriyor. Ne yapacağımı şaşırdım” diyordu Hâriciye Vekili Tevfik Rüştü Aras 1937’de Nyon Konferansı’na giderken. Bu yüzden Atatürk ile İnönü arasında da ciddi bir gerginlik yaşanmıştır. Güçlü cumhurbaşkanının bulunduğu parlamenter sistemlerde bu, kaçınılmazdır.

Sonradan Celal Bayar ile Adnan Menderes; Turgut Özal ile Yıldırım Akbulut ve Süleyman Demirel ile Tansu Çiller arasında da aynı partiden oldukları halde benzeri yaşanmıştır. Bayar ile Menderes karşılıklı restleşme ile meseleyi çözerdi; Özal çözememiş; Demirel, komplo kurarak çözebilmiştir.

Tek Parti devrinin değişmez üçlüsü: Gazi, Çakmak ve İnönü

Seçilmiş krallar

Parlamenter sistem, kralların otoritesini sınırlamak üzere ortaya çıkmıştır. İngiltere gibi memleketler kralı sembolik de olsa muhafaza etmiş; ama salahiyetlerini, seçilmiş parlamento ile bundan çıkan hükümete vermiştir. 

Kral olmayan veya kralı deviren ülkeler, kralın birleştirici rolünden faydalanmak için yerine sembolik cumhurbaşkanını koymuş; seçimini de halka veya meclise vermiştir. “Kral hata yapmadığı”, yani yürütme gücü olmayıp, aldığı kararları alakadar bakan imzalayarak mesuliyeti üzerine aldığı gibi, cumhurbaşkanı da lâyüs’el (sorumsuz) bir pozisyondadır.

Parlamentolar, tarih boyunca yürütmeden bir şeyler kemirerek teşekkül etmiştir. Ama zaman değişmiştir. Teknoloji, yürütmenin güçlü ve çabuk olmasını gerektirmiş; artık parlamentolar, eskiden kralların düştüğü hâle düşmüştür.

I. Cihan Harbi, parlamenter hükümet devrini kapatmış, icranın güçlü olduğu bir devri açmıştır. Kıta Avrupasının Amerika karşısında gerilemesi, güçsüz hükümetler ve koalisyonlarla izah edilmiştir. Bugün parti disiplini sayesinde, iktidar şahsîleşmiştir. Parlamenter sistemlerdeki başbakanlar için, “seçilmiş krallar” veya “diktatörün dik âlâsı” tabirleri kullanılmaktadır. Hele meclis ekseriyetine de sahipse, memleketin tek hâkimi odur.

Yürütme, seçilmiş hükümetin elinde ise, cumhurbaşkanı necidir? Bunu izah etmek için, “Cumhurbaşkanı devleti, başbakan hükümeti temsil eder” demişlerdir. Ama tarif, muammayı çözmemiştir.

Gerçekte devlet ile hükümet ayrı değildir. Hükümet, devletin tecessüm etmiş, şekil almış hâlidir. Evet, sembolik mevkideki hükümdar, farklı halkları birleştirici bir rol oynar; köklü gelenekleri temsil eder. Kralın olmadığı yerde, tek vazifesi mecliste çoğunluğu almış parti liderine başbakan tayin etmek olan, kanunları bir defa daha görüşülmek üzere meclise göndermekten ve birkaç yüksek bürokratı seçmekten öte salahiyeti bulunmayan cumhurbaşkanı, kralın fonksiyonunu yerine getirebilir mi?

Aslında cumhurbaşkanlığı, otoritede iki başlılıktan başka bir şeye yaramayan lüzumsuz bir makamdır. Hatta 6. cumhurbaşkanı Fahri Korutürk için “Çankaya Noteri” denirdi. İşler, başbakanın elindedir. Meclis, çoğunluk partisine mensup başbakanın ofisi gibi çalışır. Üstelik meclis bile seçse, cumhurbaşkanının tarafsız olmasını beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Celal Bayar ve Adnan Menderes

Kız gibi meclis

İsviçre’de tatbik edilen meclis hükümeti sisteminde meclis her şeydir. Hükümet, bir nevi meclis komisyonudur. 1920-1960 arası Türkiye’deki rejim de kâğıt üzerinde böyleydi. Ama Gazi’nin tabiriyle (İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin, s. 53) meclis “kız gibi” olursa, üst otorite ne derse onu yapar.

Nitekim Atatürk süper taktiği ve bazen de imalı tehditleri ile gücü yavaş yavaş ele almış; yasama, yürütme ve yargı ile ordu kumandanlığını kendinde toplamıştı. Meclisin seçtiği sorumsuz bir cumhurbaşkanı idi; ama meclis, hükümet ve mahkemeler onun bir işaretine bakardı. Bu sebeple zamanında siyasî bir kriz yaşanmamıştır. En çok güvendiği İnönü, en uzun soluklu da başbakanı olmuştur.Karabekir bu meclisi, yaverleri, emir zabitleri, hatta alaylılarıyla bir askeri karargaha benzetir. (Paşaların Kavgası, 230) 

Fransa’da De Gaulle’ün buluşu olan Yarı Başkanlık Sistemi, devekuşu misali bir sistemdir. Bir yanda seçilmiş cumhurbaşkanı ve öte yanda seçilmiş başbakan vardır. Salahiyetler bölüşülmüştür. Hükümet komünist veya faşist cereyanların eline geçmesin diye bir fren sistemi olarak düşünülmüştür. İkisi aynı partiden ise mesele yoktur; değilse, Fransa’da Mitterand ve Chirac zamanındaki gibi kaos çıkar. Rusya’da da bu sistem câridir. Putin, demir yumruğu ile istikrarı sağlıyor.

Türkiye'de 1982 anayasası bunun daha vahimini kurmuştur: Geniş salahiyetli, ama politik bakımdan sorumsuz cumhurbaşkanı; yanında sorumlu başbakan. Şimdi cumhurbaşkanı halkoyu ile seçileceğine göre bu sistem biraz yumuşamış ve Fransa’dakine yaklaşmış demektir.


Turgut Özal ve Yıldırım Akbulut

Karizmatik liderler

Osmanlı Devleti 1908’den itibaren parlamenter demokratik monarşi idi. 1925’te demokrasi askıya alındı. Kâğıt üzerinde meclis hükümeti sayılmakla beraber, fiilen Latin Amerika modelinde ebedî/millî şeflik=partili başkanlık sistemi kuruldu.

Demokrasiye geçildikten sonra 50’lerde Adnan Menderes, 60’larda Süleyman Demirel, 80’lerde Turgut Özal ve hâlihazırda Tayyip Erdoğan gibi karizmatik liderlerin varlığı, fiilen başkanlık sistemini andırır. Lider karizmasını kaybettiği zaman, meselâ 70’ler ve 90’larda, memleket kaosa sürüklenmiştir. 

Şu halde mantıklı görünen, mahzurlarına rağmen, ya başkanlık sistemini kabul etmek; ya da cumhurbaşkanını parlamenter sistemin gereklerine uygun şekilde salahiyetsiz hâle getirmektir.

Parlamentarizmin mahzurlarını bertaraf etmek üzere, başkanlık sistemi bizde 1960’dan beri konuşulur. Turgut Özal, Süleyman Demirel ve şimdi de Tayyip Erdoğan dile getirmiştir. Kenan Evren zamanında fiilen başkanlık sistemi yaşandı. Daha sonra güçlü cumhurbaşkanı ve seçilmiş başbakan arasında sistem devamlı kilitlendi. “Sorumsuz ama yetkili” cumhurbaşkanının, vaktiyle sistemi kuranlar tarafından, anayasa mahkemesi gibi aslında demokrasiye icabında ayar vermesi için getirildiği anlaşıldı.

Süleyman Demirel ve Tansu Çiller