ANKARA MECLİSİ 100 YAŞINDA

23 Nisan 1920’de vatanı düşmandan, padişahı esaretten kurtarmak üzere açılan Ankara Meclisi, birkaç sene sonra düşmanlardan kurtulmuş; padişahın da ipini çekmişti.
20 Nisan 2020 Pazartesi
20.04.2020

Türkiye’nin parlamento mazisi 1876’ya kadar uzanır. İlk parlamentonun ömrü Rus harbi sebebiyle kısa sürmüş; 1908’de tekrar açılan parlamento ve demokrasi 1920 senesine kadar patırtılı da olsa varlığını devam ettirmiştir.

“İstanbul’daki teşkilatımız”

1918, Osmanlı Devleti’nin felâket yılıdır. Ordu mağlup olmuş; İstanbul fiilen işgal edilmiştir. Kendilerinden hesap sorulacağından korkan komitacı liderler yurt dışına kaçarken, geride kalanlara iktidar mücadelesini sürdürme talimatı verdi.

Karakol Cemiyeti böylece doğdu. Nutuk’ta, “İstanbul’daki teşkilatımız” diye bahsedilen, işte budur (I/267). Maksadı, memlekette kalan İttihatçıları, halkın intikamından korumak; bunun için de onları Anadolu’ya gönderip, burada mukavemet hareketi kurmak suretiyle iktidarı tekrar ele geçirmek idi.

Anadolu’daki hareketi, müdafaa-i hukuk adıyla teşkilatlandırdı; İstanbul’daki komitecileri ve ordu mühimmatını kaçırarak bu harekete kan verdi. Sonradan Sovyet yardımı sebebiyle Ankara ile ters düşen cemiyet, Nisan 1920’de dağıtıldı. (Erich Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, 118-119)

Kusursuz namzet

İttihatçıların ekseriyette olduğu meclis feshedildi. Ancak bir sene boyunca yeniden seçim yapılamadı. Neden? Bunun iki sebebi vardır: Harb sebebiyle, ülke topraklarının çoğu kaybedilmişti. Daha sulh muahedesi imzalanmadığı için, bu topraklar, fiilen olmasa bile hukuken Osmanlı Devleti elinde görünmektedir. Seçim yapılıp, milletvekili seçilemezse, hukuk dışı bir vaziyet ortaya çıkacaktı. Türkler, bu vilayetleri kaybettiğini resmen tanımış olacaktı. Yani fiilî vaziyet, hukuki bir vasıf kazanacaktı. İkinci sebep, memleketteki tek organize güç hâlâ İttihatçılar idi. Seçim yapılsa bile, zorbalıkla veya diğer yollarla meclisi kontrol edeceği ortadaydı.

Bu arada Karadeniz mıntıkasında çetelerin Rumları tazyik ettiği haberi geldi. Bu, müttefikleri tahrik edip, işgali genişletebilirdi. Bundan korkan İstanbul, bu cemiyetleri kontrol altına alıp, sulh müzakerelerinde elinde bir koz tutmayı düşündü.

Zürcher der ki: “Padişahın ve Damat Ferit Paşa'nın siyaseti, yaklaşan barış konferansında imparatorluğa karşı iyi niyet yaratarak zararın en aza indirilmesi için sistemli olarak İtilaf Devletlerinin ve özellikle İngilizlerin yumuşatılmasını amaçlamıştır. (Bu onların vatansever olmadıklarını göstermez.) Milliyetçi harekete herhangi bir biçimde yakınlık duyduklarını gösteren başka hiçbir hareketleri yoktur. Tam tersine, bu hareketi yok etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hatta Milliyetçi dava zafere ulaştıktan sonra, Sultan Vahdettin de, Damat Ferit Paşa da, hareketi başlattığını hiçbir zaman iddia etmedi.” (Milli Mücadele’de İttihatçılık, 168-169)

Taha Akyol der ki: “Vahideddin’in Mustafa Kemal’i milli mücadele için vazifelendirdiği söylenebilir mi? Hayır. Vahideddin’in [‘Paşa, devleti kurtarabilirsin’ sözünden] kastı, İngilizlerin yeni bir işgaline yol açabilecek olayları önlemesidir. Bu olaylar önlendiğinde, Pontus ve Ermenistan kurulmasının önlenebileceğini düşünüyor.” (Ama Hangi Atatürk, 27)

Bunun için Anadolu’ya gönderilmek üzere seçilen kişi, padişahın yaverlerinden, yani askerî müşavirlerinden Mustafa Kemal Paşa’dır. İttihatçı maziden gelen Paşa, popülaritesi ve Enver Paşa’ya muhalefeti sebebiyle müttefiklerin de kabul edebileceği bir isimdi.

CHP’li politikacı Sabahattin Selek, Yunus Nadi mükâfatı kazandığı meşhur eserinde der ki: “M. Kemal Paşa, harb içinde başarı kazanmış, şöhret yapmış kumandanların başında geliyordu. Görevin istediği birinci vasıf bakımından mükemmel bir aday idi. Enver Paşaya ve Almanlara aleyhtarlığı, bunlarla hiçbir zaman geçinememiş olması da istenilen güveni veriyordu. Gerek zamanın hükümeti ve padişah, gerekse İngilizler, İttihatçılık ve Alman düşmanlığında ortak bir görüş taşıdıklarından, Mustafa Kemal Paşa görevin istediği ikinci vasıf bakımından da kusurlu sayılamazdı. Nitekim İngilizler, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi bazı ordu kumandanlarını işbaşından uzaklaştırdıkları, hatta tevkif ettikleri halde Mustafa Kemal Paşaya dokunmamışlardı.” (Anadolu İhtilali, 208)

Alternatif hükümet

Ama işler, İstanbul’un umduğu gibi gitmedi. Paşa, sivil ve askerî mukavemet hareketini arkasına alarak Eylül 1919'da Sivas’ta Heyet-i Temsiliye adıyla alternatif/geçici bir hükümet kurdu. Ayrıca seçimlerin yenilenmesi kararı çıktı.

Türkiye hükümetinin arzusu üzerine Atatürk’ün resmi biyografisini yazan meşhur tarihçi Lord Kinross der ki: “Aslında Mustafa Kemal’e ve Milliyetçiler’e Anadolu’nun büyük bir kısmı üzerinde yönetme yetkisi verilmiş oluyordu. Gerçekten Heyet-i Temsiliye, ilk ihtilal hükümeti olmuştu. Lakin Heyet hiçbir zaman toplanmadığı için, işleri yürüten Mustafa Kemal’den başkası değildi. Yalnız işlerin Heyet adına yapıldığı hissini vermek için, kâğıtlara Heyet’in mührünü basıyordu.” (Bir Milletin Doğuşu, 304)

Paşa, meclisin İstanbul’da değil, demiryolunun geçtiği merkezî bir şehir olan Ankara’da -kendi kontrolünde- toplanmasını istedi. Ancak bunu kabul ettiremeyince, başka bir yol takip etti. (Kinross, 309-310; Selek, Anadolu İhtilali, 314-315; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, II/209; Akyol, Ama Hangi Atatürk, 111-112)

Bu arada İstanbul’da Anadolu hareketine sempati duyan hükümetler başa geçmeye başladı. İngilizler, evvela Samsun ve Merzifon, sonra da Eskişehir’den çekildiler. Böylece Orta Anadolu’nun batısı Ankara birliklerinin eline geçti. Artık Ankara emniyet altında idi. (Kinross, 306)

Planlı bir oyun

1919’da yapılan ve müttefiklerin hiç müdahale etmediği seçimler, büyük ölçüde Müdafaa Hukuk teşekküllerince desteklenen adayların kazanmasıyla sonuçlanmakta idi. (Selek, Anadolu İhtilali, 315) Meclis-i Meb’usan, 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Seçilen 170 mebusun üçte biri meclise katılmadı.

33 tane siyasi parti olmasına rağmen Ankara’daki yeni hareket, kendi yandaşları dışında kimsenin seçime katılmasına izin vermedi. (Taha Niyazi Karaca, Son Osmanlı Mebusan Meclisi Seçimleri, TTK, s.229) Topal Osman, Karadeniz’de Kongre’nin istemediği kişilerin namzet olmasını engelledi. İkazlara rağmen Samsun’dan namzet olan iki kişi, Topal Osman’ın üzerlerine geldiğini duyunca, gemiye binip kaçmak zorunda kaldılar. İstenmediği halde Sinop’tan Rıza Nur ve Gümüşhane’den Kadirbeyoğlu Zeki Bey mebus seçildi. (Avcıoğlu, III/1193-1194)

Sivas Kongresi, İttihat ve Terakki Cemiyeti kadrolarının yeni bir isim ve kisve altında yeniden teşkilatlanarak yaptığı bir parti kongresidir. Ülkenin her tarafında lağvedilen İttihad ve Terakki cemiyeti, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti adıyla ve Mustafa Kemal Paşa liderliğinde yeniden teşkilatlandırıldı. Kadro, teşkilat ve kasa aynıdır.

Bu kongre, seçimler yapılmadığı için İstanbul hükümetini gayrı meşru görüyor; yeniden seçim yapılmasını dayatıyordu. Kongrede kurulan heyet, Anadolu’daki kontrolü ele geçirdi. Telgraf hattını kesti. İstanbul hükümeti teslim olmak zorunda kaldı. Bu harekete yakın Ali Rıza Paşa hükümeti kurulu ve seçimlerin yapılmasına karar verildi.

Aslında bir seçim yapılmış değildir.  Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri, Anadolu’nun her yerinde seçim yapılmadan delege gönderdiler. Bu namzetleri tespit eden de Mustafa Kemal Paşa olmuştur.

Padişah, seçilen mebusların çoğunun İttihatçı zihniyette olduğunu görünce ümitsizliğe kapıldı ise de, İstanbul’un müttefiklerce koparılmasına mani olmak için boyun eğdi. (Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 252) Nitekim 4/I/1920 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesi, Pall Mall gazetesine istinaden verdiği haberde, başşehrin Bursa veya Konya’ya nakledileceğini yazmıştı. (Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, II, s. 220)

Kemal Paşa, Erzurum mebusu seçildi; ama tevkiften çekindiği için İstanbul’a gitmedi. Zira Sivas’tan mebus seçilen Rauf Bey, kendisine İstanbul’a gelirse tevkif edileceğini bildirmişti. Gazi, 30/I/1920 tarihli bir telgrafında, “İtilâf Devletleri buradaki Heyeti Temsiliye Azalarının tevkifini; Mustafa Kemal Paşanın da geleceği şâyi olduğundan, onun muvasalatına ta’lik eyledikleri mevsuken istihbar edildi” [Yani heyet-i temsiliye azalarının tutuklanmaları, Mustafa Kemal Paşa’nın gelişine bırakıldı] diye yazıyor. (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C.IV, No: 178.)

Hükümet buhranı

İstanbul’a giden Rauf Bey ile meclisin dağıtılması için bir oyun planladılar. Mondros Mütarekesi’ni imzalayan heyete mensup Rauf Bey’in meclisin dağıtılması için oynayacağı oyun, bir kabine buhranına sebebiyet vermekten ibaretti. Bu da mevcut kabinenin, itimat reyi (güvenoyu) verilmeyerek düşürülmesi şeklinde olacaktı. Hükümet kurulamayacak, Padişah meclisi dağıtacak, böylece Ankara tek salahiyetli meşru merci hâline gelecekti. Nutuk’ta der ki (s.376): “Rauf Bey’e 7 Şubat 1920’de vuku bulan bir iş’arımızda şu mütâlaatımızı bildirdik: … Hükümeti bilâkaydü şart düşürmek lazımdır.

Taha Akyol şöyle diyor: “Mustafa Kemal’in Ali Rıza Paşa hükümetine ve Mebusan Meclisi’ne karşı temel politikası, kendi deyimiyle, İstanbul’da milli bir kabinenin imkânsızlığını göstermek ve Meclis’in Anadolu’ya geçmesini sağlamaktır.” (Ama Hangi Atatürk, 120) Mebuslar, hükümete Ferid Paşa gelir endişesiyle bundan çekindiler; ama İngiliz baskısı ve Ankara tazyiki karşısında iki arada kalan Ali Rıza Paşa, fazla dayanamayıp istifa etti.

Rauf Bey der ki: “Nihayet yeni kabineyi Salih Paşa kurdu. Bu kabinenin kuruluşuyla, Mebusan Meclisinin ömrü de kısalmağa başladı. Biz de, grup halinde bu duruma seyirci kalmayı tercih etmiştik. Çünkü asıl gaye olan Millî Hükümetin bir an evvel kurulması için bu Meclisin artık kısa sürmesi lâzımdı... Bu vaziyet karşısında, 11 Mart'ta, yine müstacel ve zata mahsus olarak çektirdiğim telgrafla, Mustafa Kemal Paşa'ya şunları bildirdim: Dün akşam inanılır İtalyan kaynaklarından itimada değer bir zata gizlice verilen mahrem haberlerde, yabancı mümessillerinin, dün öğleden sonra toplanarak Londra'dan gelen ve İstanbul’daki Kuva-yı Milliye başlarının tevkifi emrini hâvi olan meseleyi müzakere ile kabul eyledikleri, binaenaleyh bu gibi zatların bir an evvel İstanbul’dan uzaklaşmaları gerektiği bildirilmiştir.

Biz bunu ya muhaliflerin bir blöfü veyahut Millet Meclisinin feshini neticelendirecek olan Ferit Paşa'nın iktidar mevkiine getirilmesi gibi, iki şıkka hamlediyoruz. Birinci şıkla; bu gibi zatların kaçmaları neticesinde bir skandal yaparak emellerine nail olmak, ikinci şıkla da, itimatsızlık reyi vererek Meclisi fesh ve geniş ölçüde tevkifler yaparak, İtilâf Devletlerinin de yardımı ile Saltanat Hükümetiyle birlikte milliyetperverlerin aleyhine hareket etmektir. Tabiî her iki ihtimâle karşı da buradan hiç bir yere gidilmiyecek, işin sonuna kadar namus vazifesi yapılacaktır. Salih Paşa, bu vaziyete bilerek sebep olmaktadır. Binaenaleyh, evvelce de arzeylediğimiz veçhile, bu renksiz yeni kabinenin düşürülmesi için son derece çalışacağız ve muvaffak olacağımıza da eminiz.” (Siyasi Hatıralarım, 266-267)

Gazi, bilahare muhalifleri arasına girecek olan Rauf Bey’i ve ekibini, Meclis’te Müdafaa-i Hukuk adıyla disiplinli bir grup kurmayı beceremedikleri ve kendisini reis seçtiremedikleri için sonradan ağır itham edecektir (Nutuk, 360-361)

Gazi’nin yakın çevresinden Hakkâri Mebusu Mazhar Müfit Kansu şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa meclis riyasetini başka bir düşünce ile, başka bir nokta-i nazardan arzu ediyordu. Bunu yakınlarına anlatıyor, bittabi herkese açıklamıyordu. Fikir şuydu: Meclis İstanbul’da devam edecek değildi. Mutlaka tecavüze uğrayacağına ve dağıtılacağına kâni idi. O zaman meclisin reisi sıfatıyla mebusları Ankara’da içtimaa davet hak ve salahiyetini haiz olacaktı.”  (Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, s. II/572)

Sivas Kongresi esnasında, meclisin nerede toplanacağı müzakere edilirken, Rauf Bey, Sultan’ın nasıl olsa parlamentoyu dağıtacağını ve böylece Anadolu’da yeni bir meclis toplanmasına yol açacağını söylemiş; Mustafa Kemal de bu fikre katılmıştı. (Kinross, I/309-310) Nitekim Rauf Bey Siyasî Hatıralarım kitabında (s. I/286-287), Karabekir ile şu konuşmayı naklediyor:

[Karabekir diyor ki] “Mebusların çoğunun Anadolu’da toplamağa muvaffak olduğumuzu farzetsek bile, - Bunu Padişah ile İstanbul hükümetinin isteği hilâfına yapmış olacağımızdan- bu hükümetin ve henüz bu hükümeti meşru saymakta devam eden bir kısım halkın yer yer itirazları, hattâ ayaklanmaları ile karşılaşmamız ihtimali pek kuvvetledir. Zaten aleyhimizde bulunmak için fırsat bekleyen İstanbul ve Anadolu’daki Padişah ve onun hükümetine taraftar olan birçokları, böyle bir vaziyet karşısında bizim için: (Bu adamlarda iyi niyet yoktur. Birkaç muhteris kendi başlarına hükümet, hattâ Cumhuriyet kurmak sevdasıyle, ortalığı karıştırmakta devam ederek, sulh yapmayacaklar ve döğüştüre döğüştüre milleti batıracaklardır. İyi, namuslu adamlardan mürekkep bir kabine istediler, bu da kabul edildi. Tam sulh olacağı sırada bakın ne yapıyorlar.) tarzındaki propagandalarla umumî efkârı kışkırtıp aleyhimize çevirmekle de kalmayarak, Padişah ile, onu himaye eden İtilâf Kuvvetlerini de, daha ümitli bir vaziyette bize saldırtırlarsa, buna karşı biz halka ne diyeceğiz? Ne desek de kim bize hak verecektir?

Millî Hükümetin muvaffakiyetle kurulması için, Meclisin evvelâ İstanbul'da toplanması zarurîdir. Bu meclisin ömür ve istikbali yoktur. Meclis toplandı diye, İtilâf Devletleri hakkımızda verdikleri kararı değiştirecek değillerdir. Aksine, Kuvayı Milliye’nin muhassalası sayacakları mebusları, bilhassa İnglizler ilk fırsatta yakalayıp süreceklerdir. İşte o gün, Millî Hükümetin en iyi şekilde kurulabileceği gündür. Çünkü namus ve haysiyet sahibi her insanın anlayabileceği vaziyet hasıl olacak, Padişah ve hükümetinin, hıyaneti, hiç değilse hamakati herkesçe kabul edilecek ve Millî Hükümetimiz Anadolu’nun göbeğinde, güneş gibi doğacaktır. Fakat o zaman da Eskişehir tehlikelidir. Ankara'nın batısına çekilmek muvafık olur.”

Bunun üzerine Rauf Bey diyor ki: “İngilizlerin bunu yapmamaları ihtimaline karşı, bu işi behemehal tahakkuk ettirmek için, ben, tehlikeyi kabul ediyorum. İstanbul'a Meclise gideceğim ve dediğiniz olmazsa, Anadolu'da Millî Hükümeti kurmağa muvaffak olmanız için, Meclisin ortasında bomba patlatarak kendimi feda edeceğim.”

Yine Rauf Bey diyor ki, “Esasen Meclis, o güne kadarki çalışmalariyle, yapılması gereken işleri yapmıştı. Mîsak-ı Millî'yi Meclisten geçirecektir, geçirdik. Şimdi, asıl gayemize ulaşmak için, Meclisi bastırmak işi kalmıştı. Asıl olan, behemehal Meclisin İngilizler tarafından basılmasını sağlamaktı. Bu olmadıkça, Anadolu’da ne Millet Meclisi, ne de Millî Hükümet kurulabilirdi. Bu noktada aylarca evvel Mustafa Kemal Paşa ile mutabık kaldığımız da malûmdu.” (Rauf Orbay, Siyasi Hatıralarım, II/28, 31)

Zaman kazanmak

Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları kitabında, Rauf Bey’in, “Ben istiyorum ki, meclis dağılmasın, fakat dağıtılsın. Bunu kendim için vazife görüyorum” dediğini söyleyerek hadiseyi teyid eder. (s. 179-180) Cemal Kutay da, “Olayın kahramanı, bu gaye ile İstanbul’a gelen Rauf Beydir” der (Bilinmeyen Tarihimiz. III/235)

Gazi der ki: “Ben Meclis-i Meb’usan’ın İstanbul’da duçar-ı tecavüz olacağına, dağıtılacağına katiyen intizar ediyordum. Bu takdirde, tevessül olunacak tedabiri de ittihaz ettirmiştim. Hazırlığımız ve tertibatımız da başlamıştı. Ankara’da toplanmak”. İşte bu vazifeyi yaparken, milletçe suitefehhümatı mucib olmamak [yanlış anlaşılmamak] için tedbir olarak da bir şey düşünmüştüm: Meclis-i Meb’usan riyasetine intihab olunmak.” (Nutuk, 361-362)

Gazi, esas niyetinin İstanbul’a gitmeyip, zaman kazanmak olduğunu; meclis dağıtılınca, mebusları bu sıfatla Ankara’ya davet etmeyi düşündüğünü; ancak meclisteki “muhakemesiz ve mantıksız” kişilerin kendisini reis seçmediklerini anlatır (Nutuk, s.363).

Lord Kinross der ki, “Mustafa Kemal, meclisin ergeç feshedileceğine inanıyordu. Meclis reisi olursa, bu unvan, durumunu güçlendirebilecek ve kendisine yeni bir meclis toplamak yeteneğini verecekti.” (s. I/314)

Sabahattin Selek der ki: “Sivas Kongresi ile varlığını kabul ettiren Anadolu İhtilali, bundan sonra meşruluk kazanma çabasına düşmüştü. Bunun için Mustafa Kemal Paşa, bir fırsat kollamakta idi. eğer fikrini kabul ettirip milli meclisin Ankara’da toplanmasını sağlayabilseydi, büyük bir merhale süratle kat edilmiş olacaktı. Paşa aradığı fırsatın ayağına geleceğini bildiği için sabırla olayların gelişmesini bekliyordu. İstanbul meclisinin başına bir kaza geleceği muhakkak idi. Mebusları, henüz İstanbul’a gitmeden bu hususta uyarmıştı.” (Anadolu İhtilali, 324) Bu ikaz Nutuk’ta şöyle yer alır: “Meb’usan heyetinin dağıtılması ve azasının tevkif edilmesi veya İstanbul’dan sürülmesi uzak bir ihtimal değildir.” (Nutuk, s.275)

Tek geçerli ferman

Kabineyi düşürerek elde edilemeyen netice, bambaşka bir yolla elde edildi. Meclis-i Meb’usan, grup toplantısında (meclis-i umumide değil) coşkulu bir sulh manifestosu olan Misak-ı Millî’yi kabul edince, İngilizler, bununla haddini aştığını bahane ederek 16 Mart’ta meclisi bastı. Meclis de kendisini feshetti. Böylece belki de bilmeyerek Ankara’nın önünü açtı.

Mustafa Kemal, İngilizlerin İstanbul’u işgal edeceğini önceden haber almış; İstanbul’daki arkadaşlarına da bunu 6/II/1920 tarihli bir telgrafla haber vermiştir. (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, no.185; Aydemir, Tek Adam, II/230-231)

Bu arada İttihatçılar, İstanbul’da Sultanahmed Meydanı’nda ayaklanma mahiyetinde mitingler tertipledi. Hapishanelere saldırıp, harb suçlularını kurtarmaları ihtimali belirdi. Bunun üzerine İngilizler, bu provokatörleri tevkif ve sürgün etmeye karar verdi. Bu esnada meclisten de birkaç kişi tevkif edildi. Bunun üzerine meclis kendisini feshetti. (Yani kapatılmadı.)

Mebusların ileri gelen birkaçı İngilizlerce Malta’ya sürülmüş; bir kısmının Ankara’ya geçmesine göz yumulmuştur. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın istediği olmuş; Ankara, mukavemetin merkezi; kendisi de münakaşasız lideri hâline gelmiştir. (Sabahattin Selek, 326, Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, 133, 135) Bu planlı oyunu Sivas Mebusu Rauf Bey (Orbay) yürütmüştür.

Gazi’nin umumi kâtibi ve Türk Tarih Kurumu’nun ilk reisi Tevfik Bıyıklıoğlu "Atatürk Anadolu’da" adlı kitabında der ki (s.105): “Mustafa Kemal Paşa ile Ali Rıza Paşa hükümeti temsilcisi Salih Paşa arasında Amasya buluşmasında (21 Ekim 1919) verilen kararlarla İstanbul hükümeti Anadolu'nun daha sıkı kontrolüne girmiş bulunuyordu. Mustafa Kemal, 'kendi adamlarını koymamakla beraber İstanbul hükümetini tamamıyla nüfuzu altına almıştı. İstanbul işgalini, Mustafa Kemal Paşanın Anadolu'da kuvvetlenmesinin bir sonucu olarak görebiliriz. Diğer taraftan, İstanbul işgali, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra, millî mücadele ve mukavemetin halk tarafından benimsenmesini kolaylaştıran ikinci olay olmuştur. Bu haksızlıklar ve tecavüzler yapılmamalıydı. Yapıldığına ve millî mücadelenin zaferinde faydalı olduklarına göre, İngiltere'ye müteşekkir olmalıyız.”

Ertan Ünal, İstanbul’un ikinci defa işgalini anlattığı 16 Mart Vakası yazısında şöyle diyor: Nitekim Şehzadebaşı Karakolu’nun basılması haberini telgrafçı Manastırlı Hamdi’den alan Mustafa Kemal Paşa, “İngilizlerin böyle bir gaflet irtikab edeceklerini asla tahmin etmezdim. Bize bundan daha büyük bir hizmet yapamazlardı. Şimdi artık meclisi Ankara’da toplayabilir ve yeni devletin temellerini atabiliriz” diyordu. Gerçekten zaman, Mustafa Kemal’i haklı çıkarmıştır. Çünki birbiri arkasından işlenen 2 hata, önce Yunanlıların İzmir’i işgali, sonra da aradan 10 ay geçmeden İstanbul’un İngilizler tarafından işgali milliyetçi hareketleri söndürmek şöyle dursun, bilakis büsbütün alevlendirmiş, Mustafa Kemal’in çevresinde, ona inanmış kişilerin sayısının hızal artmasına yol açmıştı. (Hayat Tarih, Mart 1969, 25)

Halil İnalcık, işgalin, M. Kemal önderliğindeki hareketi güçlendirdiğini söyler. (Atatürk ve Demokratik Türkiye, s.16) Lord Kinross der ki, “İşin aslına bakılırsa, İtilaf Devletleri, iki hâdise ile, Yunanlıların Anadolu’ya gönderilmesi ve İstanbul’un işgali ile, Türkiye’de tek geçerli fermanın Mustafa Kemal’in fermanı olmasını sağlamışlardı. İngilizler, Mustafa Kemal’e bir kez daha, büyük bir siyasi bağışta bulunmuşlardı. O da bundan yararlanmakta gecikmedi.” (Bir Milletin Doğuşu, I/325-326)

Cihan Harbi’nden sonra bütün dünyadaki değişme trendi paralelinde Osmanlı siyasi müesseseleri de sarsıldı. Halk, itibarı yerlerde sürüklenen komitacılardan yaka silkiyordu. Senelerdir devam eden harblerden bezmişti. Memleket mahvolmuş, taş üstünde taş kalmamıştı. Erkek nüfusun çoğu ölmüş, mektepler kapanmış, ticaret durmuştu. Sari hastalıklar ortalığı kasıp kavuruyordu. 

Bunu yıkıp yerine yeni bir devlet kurmak kolay değildi. Yeni bir meşruiyet telakkisinin ortaya çıkması, birilerinin “güç bizde, vergiyi biz topluyoruz, askeri biz alıyoruz, mahkemeler bizde” diyebilmesi fevkalade riskli idi. Halk, buna da dudak kıvırabilirdi. Adem-i merkeziyetçilerin hareket noktası da buydu. Hazır devletten kurtulmuşken, yenisini kurmaya ne lüzum var, diyorlardı. Bu, birçoklarının kulağına cazip geliyordu. Yeni bir meclis kurmak marifet değildir. Herkes toplayabilir. Ama bu meclisin, devletin meclisi ve ülkenin temsilcisi olduğu iddiasını temellendirmek ve kabul ettirmek çok zordur. İnce bir psikolojik, organize ve silahlı bir operasyon icap ettirir.

Anadolu hareketinin büyük siyasi bir ustalığı şuradadır: Evvela Sivas’ta İstanbul hükümeti meşru ve serbest bir seçim yapılması mümkün olmadığı halde, bir emrivaki ile seçime mecbur edildi. Sonra bu meclis Ankara’ya taşındı.  Sonra ek ve yama yapılarak yeni devletin yeni meclisi kuruldu. Başkumandanlık kanunları ile de meclisin salahiyetleri tek elde toplandı. Askeri zaferlerin ve muhaliflerin tasfiyesiyle yeni bir devlet kuruldu.

Bir sigorta mı?

Yeni meclis, 23 Nisan 1920’de,  Ulus’taki İttihat ve Terakki Lokali olan Ankara taşından 2 katlı yeni ve abidevi bir binada 115 kişiyle toplandı.

TBMM’nin neşrettiği albümde (I/3) diyor ki: “Henüz çatısı kapatılmamış olan bina I. Dünya Savaşı sonrası Ankara’yı işgal eden Fransızların küçük bir müfrezesi tarafından kışla olarak kullanıldı ve Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelmesiyle boşaltıldı. Yarım kalan yapı, Ankara halkının katkılarıyla bitirildi. Çatı kiremitleri Ankaralıların evlerinin damlarından, milletvekili sıraları Ankara Öğretmen Okulu’ndan ve gerekli olan mobilyalar resmi dairelerden temin edildi. Gaz lambaları ise kahvehanelerden getirildi, ısınmak için soba kuruldu.”

Meclisin açılışı Cuma gününe getirildi.  Açılmadan evvel, Hacıbayram Câmii’nde namaz kılınıp, dua edildi. Kurbanlar kesildi, Buhârîler okundu. Meclis salonunun duvarında, “Onların işi meşveret iledir” mealindeki âyet-i kerime asıldı. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde bile rastlanmayan gösterilerdi. (Kinross, I/335-336)

Kâzım Karabekir der ki: “Tarihimizde bu kadar koyu bir taassuplu merasim-i diniye ile hiç bir meclis açılmamıştır. Fetvaları takip eden bu muazzam ihtifalat, acaba yer yer başlayan kıyamlara karşı bir sigorta mı olacağı düşünüldü.” (İstiklal Harbimiz, 656)

Bir yandan padişaha hürmetkâr; ama İstanbul hükûmetlerini ağır itham eden bir politika takip edilmiş; Anadolu vilâyetleri, yavaş yavaş güzellikle veya zorla Ankara’ya bağlanmıştır. (Selek, Anadolu İhtilali, 314)

İstanbul’daki mebusların hepsi Ankara’ya gitmedi. Zira ortada bir harb vardı ve Anadolu’ya geçmek riskli idi. Üstelik bu geçiş, bir suç olarak görülüyordu. Ankara, bütün vilayetlere ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ne gönderdiği bir tebliğ ile her sancaktaki “vatanperverler”den 5 kişi gönderilmesini istedi. Bunların da hepsi Ankara’ya gitmedi/gidemedi.

Meclis Hükümeti

Reis seçimi de çok enteresan oldu. Mustafa Kemal Paşa 110; İstanbul’daki meclisin reisi olan –ve esasen bu meclisinde reisi sayılması icap eden- hukuk profesörü Celaleddin Arif Bey 109 ve Abdülhalim Çelebi 91 rey aldı. Rey sayısının, celseye iştirak eden 120 kişiden fazla olmasının sebebi, oylamanın ayrı ayrı yapılmış olmasıdır. Yani çok garip bir şekilde, her iki namzede de rey verenler olmuştur. Böylece hayatında hiç kimseyle yarışmamış olan Kemal Paşa meclis reisi, Celaleddin Ârif Bey reis-i sani (yani reis vekili) ve Abdülhalim Çelebi de reis-i sani vekili sayıldı.

Kemal Paşa, reisicumhur seçildiği 29 Ekim 1923 tarihine kadar da bu vazifeyi sürdürdü. Evvela, padişahı öven ve kendilerinin onun itaatkâr kulları olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı: “İnşallah padişah-ı âlempenah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü kuyûdât-ı ecnebiyyeden âzâde [ecnebi baskısından kurtulmuş] olarak taht-ı hümâyunlarında dâim kalmasını eltâf-ı ilahîden tazarru eylerim [Allah’tan dilerim].”

Meclisin, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın devamı gibi davrandığı şuradan bellidir ki, ilk olarak, Meclis-i Meb’usan’ın tamamlayamadığı ağnam vergisi ile alâkalı teklifi görüşmeye açmıştır. Böylece meclise bir meşruluk temeli bulunmuş; hareketin isyan olmadığına dair imaj verilmiştir. (Selek, Anadolu İhtilali, 342)

Bununla beraber memleketteki bütün icraatın yegâne mercii olarak meclis gösterilmiştir ki, bu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in tabiriyle, bir ihtilal meclisidir. (TBMM Zabıt Ceridesi, c.4, 8.9.1920, s.24) Hatta Balıkesir milletvekili Hasan Basri Çantay, Ağustos 1920’de meclis kürsüsünden halifeyi tanımadığını açıkça söyleyebilmiştir. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, 25.9.1920, 1.Dönem, C.1, s.132)

Nitekim 25 Nisan 1920’de meclisin memlekete neşrettiği ve Hamdullah Suphi’nin meclis kürsüsünden okuduğu beyannamede şöyle geçer: “Biz vekilleriniz, Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekremi namına yemin ederiz ki, Padişah ve Halife’ye isyan sözü bir yalandan ibarettir.” (Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 27 Nisan 1920, No:25) 

Meclis, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu ile yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde tuttuğunu deklare etti. Bunda bulunmayan hükümler için, Osmanlı Kanun-ı Esasî’si tatbik olunuyordu.

Meclis Hükümeti adı verilen bu sistemde, parlamento güçlüdür; meclis çatısı altında faaliyet gösteren bir heyet, kabine gibi icra işlerini yürütür. Ayrıca başbakan ve cumhurbaşkanı yoktur. Zira Rousseau’nun tesirindeki Kemal Paşa, kuvvetler ayrılığına şiddetle karşıdır. (Selek, Anadolu İhtilali, 336; Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, 56)

Neo-İttihatçılık?

Meclise evvela Millet Meclisi deniyordu. Sonradan Meclis-i Meb’usan’a ilaveten, “genişletilmiş meclis” manasına Büyük Millet Meclisi; 1921'de Türkiye kelimesi eklenerek Türkiye Büyük Millet Meclisi dendi.

Mensuplarına artık mebus değil, her şeyin geçici olduğu imajını vermek için, milletvekili deniyordu. Bunları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti direktifiyle, -halk değil- vilayet, sancak, belediye meclisi ve ikinci seçmenler seçmiştir.

66 sancaktan peyderpey 349 kişi ve dağıtılan İstanbul meclisi âzâlarından 82’si Ankara’ya geldi. 1922’de Malta’dan dönen 14 eski İstanbul meclisi âzâsı da katıldı. Meclisin yekûnu 437’dir. Gelmeyen veya gelemeyenler 30 kişidir.

Mecliste, sonradan Sovyetlere verilen Batum temsilcileri bile vardır Bugün kaza olan Biga, Doğubayezid, Ergani, Gelibolu, Genç, Oltu ve Şebinkarahisar, o zaman sancak olduğu için milletvekili göndermiştir.

Milletvekilleri, memur (%36), serbest (%34), asker (%15), ulema (%9) olmak üzere çeşitli meslek ve sosyal sınıflara mensuptur. %42’si yüksek tahsillidir. %60’ı ecnebi lisan bilmektedir. %42’si 35-40 yaş arasındadır. Sarıklı, fesli, kalpaklı, poşulu halleriyle mütecanis gözükmeyen milletvekillerinin zihniyetleri aslında birbirine yakındı.

İktidarı 10 sene elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkası, taşrada teşkilatlanma imkânı bulmuştu ve güçlüydü. Bu sebeple milletvekillerinin büyük ekseriyeti ya bizzat İttihatçı, ya da sempatizan idi. Zürcher der ki, “İstanbul'un İngilizler tarafından işgali, Mustafa Kemal'e işgal edilmiş bölgelerdeki İttihatçı yeraltı örgütünü itaatkâr bir araç haline getirme imkânı verdi.” (s.178) Ankara Hareketi, bir manada Yeni-İttihatçı bir hareket olarak görülmüştür. İstanbul’un Ankara’ya karşı temkinli duruşunun ve halk isyanlarının bir sebebi de budur. (Zürcher, 178)

Nüfusun hâlâ mühim bir kısmını teşkil ettiği halde, bir tane bile gayrımüslim milletvekili yoktur. Bu da meclisin demokratikliğine gölge düşüren başka bir husustur.

Meclisin tüm azaları, istisnasız eski İttihat ve Terakki, yeni Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti mensuplarıdır. Hepsi bir siyasi görüşün ve tercihin temsilcileridir. Aralarında Ankara’daki ihtilal rejimine biat etmemiş kimse yoktur. Millet Meclisi, adeta bir parti kongresidir.

1920-23 arasında faaliyet gösteren meclis, çok canlı ve heyecanlıdır. Ateşli siyasi mücadelelere sahne olmuştur. Henüz bu meclisi kontrol altında tutabilecek bir teşkilat ve otorite tam manasıyla teşekkül etmemişti. Bu sebeple çeşitli fikir ayrılıkları zuhur etti. Bunlardan iki tanesi mühimdir.

Biri yeni rejimin ne ölçüde merkeziyetçi olacağı idi. Yalnız Kürtler değil, Çerkezler, Lazlar, aynı zamanda Konya gibi vilayetler için mahalli muhtariyet fikri ortaya atılmıştı.

İkincisi teşkilat içinde Envercilerle Enverci olmayanlar arasında fikir ayrılığı vardır. Bu ayrılık, 1921’de çok radikal bir fikir ve yol ayrılığına varmıştır. Harekettekilerin bir kısmı tarafından ilk başlarda Mustafa Kemal Paşa, Enver geri gelinceye kadar işleri idare edecek biri olarak görülüyordu. Bazıları da Mustafa Kemal Paşa’nın İngilizlerin adamı olduğundan şüpheleniyordu. Ne zaman başkumandanlık kanunu ile tüm güçleri elinde toplayıp muhaliflerini tasfiye etti, o zaman bunlarda şafak attı.  Enver’in Anadolu’dan ümidini kesmesi ve öldürülmesi üzerine bu ihtilaf ortadan kalktı.

Ne kadar ihtilaf olursa olsun, tüm kritik kararlarda Mustafa Kemal Paşa meclise hakimdir. Onun dediği olmuştur. Çünki askeri güç elindedir. Muhalifler hiçbir zaman bir oylamada galip gelebilmiş değildir.

Kız gibi meclis

Gazi’nin Nutuk’ta anlattığına nazaran (s.661-662), Ankara birlikleri Eskişehir ve Kütahya’da mağlup olup, Yunan birlikleri Ankara yakınında görününce, bir başka deyişle askerî vaziyet kritikleşince, 5 Ağustos 1921’de meclisin salâhiyetleri yani hem meclis reisliği, hem icra vekilleri heyeti (hükümet) reisliği, hem de başkumandanlık, Kemal Paşa’ya devredildi. 5 Mayıs 1922’deki 3. uzatmadan sonra bu salâhiyeti geri almak isteyen meclise meydan okuyarak devletin fiilî hâkimi hâline gelmiştir.  

Bunun için orduyu arkasına alarak -daha evvel de iki defa düşündüğü gibi- meclisi kapatmayı, telgrafla İsmet İnönü ve Kâzım Karabekir’e danışmış ise de, mesele çözülünce hacet kalmamıştır. (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1116, İsmet İnönü, Hatıralar, 377-378;  Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, 164-170) Bu esnada İnönü’nün söyledikleri mühimdir: “Bizim yegane meşruiyet dayanağımız bu meclistir. Bunu kapatırsak, kendi kendine askercilik oynayan bir maceracılar güruhu pozisyonuna düşeriz” demişti.

Lord Kinross, “Böylece Mustafa Kemal, üç aylık süre için askeri diktatör oluyordu” der. (Bir Milletin Doğuşu, s.417) Falih Rıfkı Atay der ki: “Mustafa Kemal, yalnız başkomutan olmak değil, başkomutan oldukça meclisin yetkilerini kullanmak hakkını ister. Bu, diktatörlük demektir.” (Çankaya, 292)

30 Temmuz 1930’da Yalova’da güdümlü de olsa bir muhalefet partisi kurma talimatı verdiği Fethi Okyar’a “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatörlük manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır, fakat dahil ve hariçte bize diktatör nazarıyla bakıyorlar. Geçen sene Ankara’yı ziyaret eden Alman muharrirlerinden Emil Ludwig, bana şekl-i idaremiz hakkında tuhaf sualler sormuş ve diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş ve bu kanaatini de yazmıştır. Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz! Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum!” demiştir. (Ali Fethi Okyar, Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu nasıl Feshedildi, 12)

Sivil Darbe

Duvardan “Onların işleri meşveret iledir” âyeti indirilip, yerine “Hâkimiyet milletindir” yazısı asılmıştır. Böylece vatanı düşmandan, padişahı da esaretten kurtarmak üzere açılan Ankara Meclisi, 2 sene sonra 1 Kasım 1922’de padişahın da ipini çekmiş; sivil bir darbe ile rejimi tamamen değiştirmiştir.

Sabahattin Selek der ki: “Umumi hava Padişah ve Halifeye bağlılık şeklinde göründüğü halde, Büyük Millet Meclisinin ihtilalci karakterde olduğunu ortaya koyan birçok kararlar alınmış ve kanunlar yapılmıştır. (Anadolu İhtilali, s.342)

Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırdı; İstanbul hükümetinin de 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığına ve o zamandan beri yaptığı bütün icraatların hükümsüz olduğuna dair karar çıkarttı. (TBMM Zabıt Ceridesi, 1, C. 24, İ. 3, s. 314; Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, 352) Bu da meclisin ihtilalci karakterini göstermeye kâfidir.

Nitekim Gazi, 1927’de okunan Nutuk’ta der ki, “Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslüman halifesine isyan etmek ve bütün millet ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu…  Maksadım ilk toplanacak meclisin rejimi değiştirmek salahiyetiyle ilk anda mücehhez bulunmasını temin etmek idi”. (Nutuk, s.14, 412)

İlk mecliste siyasî partiler mevcut değildir. Mecliste sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci Grup hâkimdir. Karşısında İkinci Grup diye bilinen sert bir muhalefet vardır. Bunlar, tutucu kişiler değildir. Bilakis şahıs diktatoryasına karşı, demokrat ve liberaldir. Ekserisi Envercidir. Onun gelip hareketin başına geçmesini hayal etmektedir. Cumhuriyet devri muhalefetinin nüvesini teşkil eder.

Ateşli muhaliflerden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, hususi muhafız Topal Osman tarafından katledilmiştir. Bu cinayet, ilk meclisin şerefine gölge düşürmüştür.

Birinci Grup bazen muhaliflerce öyle sıkıştırılmıştır ki, Gazi, 28 Haziran 1923’te meclisi dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis” kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir meclis meydana getirdi (İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin, s.53). Lozan’ı bu meclis kabul etmiş; yine de 14 milletvekili red oyu kullanmıştır. Ertesi sene yeni binasına taşınan ve Büyük Önder’in talimatları istikametinde inkılâpları yapacak olan meclis, artık budur.1946 seçimlerine kadar meclisler birer parti kongresi hüviyetindedir. Karabekir bu meclisi, yaverleri, emir zabitleri, hatta alaylılarıyla bir askeri karargaha benzetir. (Paşaların Kavgası, 230)