YANGINA NE DAYANIR…

Patlıcan mevsimi, yangınların da habercisidir. Hatta bir zamanlar gazetelerde “Patlıcan mevsimi geldi. Hanımlar yangına dikkat!” diye ikazlar çıkardı.
17 Temmuz 2017 Pazartesi
17.07.2017

Yangın, eskilerin en korktuğu âfetlerdendir. Sadece can ve mal kaybına sebep olmakla kalmaz. Nice tarihî kitaplar, vesikalar, sanat eserleri yangınlarda kaybolmuştur. Değdiğini yok eden ateşe ne dayanır…

Osmanlı şehirlerini tehdit eden üç âfet olmuştur: 1-Yangın, 2-Zelzele, 3-Sel. Bunların yanında tabiî değil, insan eliyle gelen bir felâketi de zikretmelidir. O da hicret, yani göçtür. Eskiler “İki göç, bir yangına bedeldir” derdi. Bunlar, sadece can ve mal kaybına sebep olmakla kalmaz; nice kitaplar, vesikalar, sanat eserleri bu afetlerde yok olmuştur.

Yangın, fakir zengin ayırmaz, herkesi mağdur eder. Sarayda çok defa yangınlar çıkmış, hanedandan ölenler olmuştur. Mesela 25 Eylül 1815’te Beşiktaş Sahilsarayı’nda çıkan yangında Sultan II. Mahmud’un bir yaşındaki kızı Emine Sultan ile dadısı yanarak ölmüştür. Topkapı Sarayı defalarca yangın geçirmiştir.

Patlıcan mevsimi, yangınların da habercisidir. Kızarttığı patlıcanı tavada unutanların çıkardığı yangınların sayısı az değildir. Hatta bir zamanlar gazetelerde “Patlıcan mevsimi geldi. Hanımlar yangına dikkat!” diye ikazlar çıkardı. Dalgın tütün tiryakileri de çok yangınlara sebebiyet vermiş; bu sebeple padişahlar, tütün içilmesini sert cezalarla yasaklamıştır. Kundaklamalar sebebiyle ve yanıcı maddelerin kullanıldığı tersaneler vasıtasıyla çıkan yangınlar da az değildir.


Lodos duvarı
Osmanlı şehirleri, umumiyetle ahşap mimarî malzemeyle inşa edilir. Bunun da iki mühim sebebi vardır: Birincisi, Anadolu zelzele mıntıkasıdır. Eğer binalar kârgir yapılırsa, yıkıldığı zaman insanların kurtulması zordur. Ahşap ev ise, zelzelede beşik gibi sallanır; ama hemen yıkılmaz, insanlara kaçacak zaman verir. Yangın ise zelzeleye nispetle daha kendisini haber veren bir afettir. Zelzele aniden olur, kaçıp kurtulmak zordur. Bu sebeple zelzele, yangına tercih edilmiş ve evler kârgir yerine, ahşaptan yapılmıştır.

 

Bir başka sebep de çok yeri ormanlarla kaplı Anadolu’da, zengin taş yataklarının bulunmamasıdır. Ahşap, o zaman için taş malzemeye nispetle daha ucuz ve nakliyesi kolaydır. Bundan dolayı Osmanlılar, Avrupalıların aksine, mabed, medrese, hastane, köprü gibi kamu binalarını taştan; evlerini ise ahşaptan yapmıştır. Ahşabın ömrü umumiyetle yüz senedir. Bu sebeple Türkiye’de bir asır öncesine ait sivil mimarî örneği bulmak pek zordur.

Önce can
İnsan bir afetle karşılaştığında, elbette önce canını düşünür.  Maldan vazgeçmek de kolay değildir. Yangın, zelzele ve sel gibi afetler geçtikten sonra, geride ne kalmışsa kurtarılır. Yangının bir hususiyeti vardır. Her zaman aniden çıkıp etrafını kül etmez. Geleceğini haber verir.

İstanbul, Bursa gibi şehirlerde ahşap evler, yer darlığı ve arazinin kıymetli oluşu sebebiyle bitişik nizamda yapılmıştır. Dolayısıyla bir evde çıkan yangın, kolaylıkla komşu evler vasıtasıyla diğer evlere ulaşır. Hatta lodos gibi yardımcılar varsa, binlerce evin yanıp yok olmasına yol açabilir. Bunun için yan evdeki yangının kendilerine sirayet etmemesi için çoğu evin bahçesinde, lodos istikametine doğru yüksek ‘lodos duvarı’ yaptırılır.

 

Yangın Kutusu
Bir evde yangın çıktı mı, yangına karşı tecrübe kazanmış şehirliler, hemen havanın vaziyetine ve mahallenin pozisyonuna bakarak yangının kendilerine sirayet edip etmeyeceğini kestirir. Ondan sonra hemen el birliği ile evdeki eşyalar dışarıya çıkarılır. Evlerde yaşayanlar kalabalıktır. Komşunun yardımına ihtiyaç duyulmadan çoğu zaman evi tahliye etmek mümkündür. Ama bu telaşta ne kadar eşya dışarı çıkarılır? Nereye yığılır? Bunlar da birer meseledir.

Yangın her zaman geleceğini haber vermez. Âniden de çıkabilir. İnsanlar neye uğradığını anlamadan her şey olup bitiverir. Bu halde hemen canı kurtarmak lazımdır. Maldan da en elzem kurtarılması gerekenler önceden tespit edilmiştir. Şimdi devlet dairelerinde bazı dolapların üzerinde “Yangında en önce kurtarılacaktır” yazar. Onun gibi her evin yangında kurtarmayı elzem gördüğü eşyası vardır. Bunlar yükte hafif, pahada ağır şeylerdir.

Klasik Osmanlı cemiyetinde kadın ziynetleri gümüşten olur. Altının ziynet olarak kullanılması âdet değildir. Altın, tasarruf vasıtasıdır. Saklanan altınlar yangında eriyip yok olabilir. Onun için bunlar yangında ilk kurtarılacaklar arasındadır. Her evde umumiyetle demirden yapılmış bir yangın kutusu vardır. Kolayca taşınabilecek ve saklanabilecek ebattadır. Şimdiki deprem çantası gibidir.

 

Hakkı, malı, serveti kâğıtla ispat etme âdeti çıkalı beri, Osmanlı halkı resmî vesikaları saklamaya itina göstermiştir. I. Cihan Harbi esnasında düşman tarafından işgal edilen şehir ve kasabalar, tahliye edilmişti. O hengâmede tapu defterleri de at arabalarına, kağnılara, hatta eşeklerin sırtına yüklenerek bin bir zahmetle kaçırılmıştı. Bu sebeple Türkiye’nin pek çok kazasında işgal görüp ateşe verilen şehir ve kasabalarda nüfus defterleri zâyi olduğu halde, tapu kayıtlarına pek bir şey olmamıştır. İşgalden sonra nüfus yazımı sonradan sözlü beyan üzerine tekrar yapılmıştır. Bir tercih gerekmektedir. Kurtarıcılar haklı olarak tapu defterlerini tercih etmiştir. Zaten Şark dünyasında nüfus, maliye ve adliye arşivleri halkı ürkütür. Zira bunlar askerlik, vergi veya hapis gibi bir mükellefiyeti getirir.

Gönüllü itfaiye
Kıymetli kitapların yanmasına mâni olmak maksadıyla kütüphaneler duvarları bir metre kalınlıkta inşa edilir. Çatıları, tuğla kubbe şeklindedir. Pencere kepenklerinde arkadan dayanıklı kol demiri vardır. Kütüphaneciler, yangın çıktığında bu pencereleri kapatırlar. Böylece mahalleleri yutan yangınlar, bunlara zarar veremez.

Yangınlar, İstanbul’da hala mevcut olan Galata ve Bayezid Kulesinden takip edilir; çıkış semtlerine göre farklı renklerde bayraklarla ilan olunur. Yangının ehemmiyetine göre sadrazam, hatta padişahın bile yangın mahalline gittiği olmuştur. Halk, padişah veya sadrazam gelmeden yangının sönmeyeceğine inanırdı. Sultan II. Mahmud zamanında Sadrazam Abdullah Paşa, Tophane yangınında tulumbacılarla beraber su sıkarken duvardan düşüp belkemiği sakatlanmış ve bir müddet sonra vefat etmiştir.

Saray ve devlet daireleri de yangından nasibini almıştır. İstanbul’un en korkunç yangınlarından biri 1633’te Cibali’de başladı; şehrin beşte biri yandı. Hakkında ağıtlar yazılan 1660’taki Ayazma Kapısı yangını üç gün sürdü. Yüzlerce bina yandı; 4000 kişi öldü.  Bunlardan sonra en büyük yangın 1718’de Cibali’de çıktı; bütün şehri sardı. Binlerce binayı kavurdu. Bunun üzerine 1719’da yeni bir imar nizamı ile yangınların önlenmesine çalışıldı. Muntazam itfaiye teşkilatı kuruldu. Davud Göçek Ağa’nın yaptığı tulumbadan randıman alındı.

Artık her semtin gençlerinden meydana gelen gönüllü bir tulumbacı takımı vardır. Bunlar, tulumba denilen ve içi su dolu bir sandığı hemen yangın yerine götürüp, yangını söndürmeye çalışırlar. Bir yandan da ateş almış evi yıkarak, yangının yayılmasına mâni olmaya uğraşırlar. Yanan evin eşyasını dışarı çıkarırlar. Kendileri bu işi fahri yaparlar; ama bahşişi de reddetmezler.


1908 İstanbul yangını

Tulumbacılığın kültür tarihinde apayrı bir yeri vardır. Buna rağmen 1870 Beyoğlu 3000, 1911 Aksaray 2400 ve 1918 Cibali yangınları 7500 binayı yakmıştır. Sokakta kalan aileler, vakıflara ait evlere muvakkaten yerleştirilmiştir. XIX. asrın ilk yarısında orduya bağlı itfaiye teşkilatı kurulmuş; 1874’te bu teşkilat modernize edilmiştir. Bundan sonra yangınlar bütün şehri tehdit eden afetler olmaktan çıkmıştır.