“VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR” NE DEMEK?

“Vatan sevgisi imandandır” meâlindeki söz, ne mânâya gelmektedir?
24 Aralık 2015 Perşembe
24.12.2015

 

Bülbülü altın kafese koymuşlar; ağlamış, inlemiş; demiş vatanım! Vatan, sadece insanın doğup büyüdüğü, atalarının gömüldüğü, akrabalarının yaşadığı yer midir? Şu halde “Vatan sevgisi imandandır” meâlindeki söz, hadîs-i şerif midir ve ne mânâya gelmektedir? 

Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde vatan kelimesi, bir kimsenin doğup büyüdüğü, yaşadığı, karar kıldığı, özlediği yer olarak geçmektedir. Fıkıh kitapları, bir kimsenin devamlı yaşadığı (vatan-ı aslî), geçici kaldığı (vatan-ı ikâmet) ve uğradığı (vatan-ı süknâ) olmak üzere üç çeşit vatandan bahseder. Buna göre şer’î hükümler tertip edilir. Bir kimsenin doğup büyüdüğü veya evlenip ailesiyle yerleştiği yer olan vatan-ı aslîde, dinî mükellefiyetler tamdır. Vatan-ı ikâmet, vatan-ı aslîsinden sefer mesafesi uzakta olup, herhangi bir maksatla 15 günden fazla kalınan geçici vatandır. Vatan-ı süknâ ise, 15 günden az kalmak niyetiyle oturulan yerdir.

İlk devir müelliflerinden Câhiz’in (255/869) vatan sevgisi hakkında el-Hanîn ile’l-Evtân adında müstakil bir risâlesi vardır. Vatan sevgisinin fıtrî bir his olduğunu söyler. “Vatanında sıkıntı çekmen, gurbette bolluk içinde yaşamadan daha iyidir” sözünü nakleder. “Eğer onlara, ‘Kendinizi öldürün’ yahud, ‘Vatanlarınızdan çıkın’ diye emretmiş olsaydık içlerinden ancak çok az kısmı bunu yapardı” meâlindeki âyet-i kerimede (Nisâ: 66) can sevgisiyle vatan sevgisinin müsavi (eşit) tutulduğunu söyler. Müslümanların, yurtlarından sürülüp çocuklarından koparılmasını savaş sebebi saydıklarına dair âyet-i kerimeyi de (Bakara: 246) vatan sevgisinin fıtrîliğine (yaratılıştan geldiğine) delil gösterir. Hazret-i Ömer’den, “Allah beldeleri, vatan sevgisi sayesinde maʽmur etti” sözünü rivayet eder. En şiddetli vatan sevgisinin de, Türklerde olduğunu ilâve eder. [Zamanımızda da müslüman topluluklar arasında bu hissin en canlı olduğu Türklerle Filistinlilerdir.]

Gerçek vatan

“Hubbü’l-vatan mine’l-îmân” (Vatan sevgisi imandandır) sözü, hadîs-i şerif olarak meşhur olmuştur. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin (672/1273) Mesnevî ve İmam-ı Rabbânî’nin (1034/1624) Mektûbât adlı eserlerinde böyle geçer.

İmam Rabbânî hazretleri, Meyân Şeyh Müzzemmil’e yazdığı 155. mektubunda şu ifadeleri kullanır: “Cemâzilevvel ayının birinci Cum’a günü Dehli şehrini dolaşmakla şereflendik. [Oğlum] Muhammed Sâdık da birliktedir. Allahü teâlâ dilerse birkaç gün burada kalıp, vatanımıza çabuk döneceğiz. Vatan sevgisi imandandır, haber-i sahihtir. Zavallı nereye gidecek? Alnı Allahü teâlânın irâdesine bağlıdır. Hûd sûresinin 56. âyetinde meâlen, ‘Yeryüzünde yürüyenlerin hepsinin alnından tutucudur’ buyuruldu. Nereye kaçılabilir? Zâriyât sûresinin 50. âyetinde meâlen, ‘Allahü teâlâya koşunuz!’ buyuruldu. Ondan, yine Ona kaçınız demektir. Her ne olursa olsun, aslı temel olarak bilmeli, ondan çıkan dalları, ona bağlı bilmeli, asla sarılmalıdır.”

İmam-ı Rabbânî, Cebbârî Han’a yazdığı 78.mektubunda da bu hadîs-i şerifi zikrederek şöyle der: “Dehli ve Agra yolculuğundan geri döneli birkaç gün oldu. Alıştığımız, âşina olduğumuz vatanda yine yerleştik. ‘Vatan sevgisi imandandır’ hadîs-i şerîfinin mânâsını yaşıyorum, yani bu bildirilen sevgi kendisini gösterdi. Vatana kavuştuktan sonra, yolculuk olursa, vatan içinde olur. Sefer der vatan, Nakşibendiyye büyüklerinin temel sözlerinden biridir. Bu tarîkatte bu seferi daha başlangıçta tattırırlar. Nihayeti başlangıçta yerleştirdikleri buradan belli olur. Bu yolun yolcularından dilediklerini Meczûb-i sâlik yaparlar. İnsanın dışında ilerletirler. Seyr-i âfâkî denilen bu dış yolculuk bittikten sonra seyr-i enfüsî denilen insanın içindeki yolculuğa başlatırlar. Sefer der vatan, bu ikinci yolculuk demektir.” İmam Rabbânî, 155. mektupta ‘haber’ dediği söz için burada hadîs diyor. Haber tabiri, hadîs-i şerif veya sahâbî sözü için kullanılır. İmam Rabbânî’nin hadîs mânâsına kullandığı anlaşılmaktadır.

Bu hadîs, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin meşhur Mesnevî adlı eserinde birkaç yerde geçer. 11461. beyitte der ki: [Numara Tâhir-i Mevlevî’nin şerhine göredir]

Mesken-i yâr est ve şehr-i şâh-ı men

Pîş âşık-ı în bud hubbü’l-vatan

“[Buhârâ], meskenidir yârimin, şehridir şâhımın,

Budur mânâsı âşıkın katında vatan sevgisinin.”

Mesnevî’nin 14622. beyitinde de şöyle der:

Ger vatan hâhî güzer ziân suy-i şat

În hadîs râst râ kem hân galat

“Vatan istiyorsan, nehrin ötesine geç!

Bu sahih hadîsi yanlış okuma!”

Âlim kime denir?

Modernistler nezdinde tasavvuf kitapları, hadîs-i şerifler için mehaz olarak kabul edilmiyor.  Ama sözün inkârına gelince, iş değişir. Müslümanların, kıymetinde ittifak ettiği büyük âlimler bir sözü hadîs diyerek kitaplarına yazmışsa, denecek bir şey yoktur. “Hadîs olduğunu bilmeselerdi, kitaplarına yazarlar mıydı?” denir. Kaldı ki Mesnevî’yi ve Mektûbât-ı Rabbâni’yi, menkıbeler ve keşifler nakleden klasik tasavvuf kitapları gibi görmemelidir. Menkıbeler, ihlâsı arttırmak için yazılır ve okunur. Sıhhati şüpheli olabilir. Keşf ise ictihad gibi değildir; sadece sahibini bağlar. Ama bu iki kitap, tefsirden, kelâma; hadîsten fıkha kadar nice hikmetlerin mecmuudur. Zaten tasavvufta, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye makamına; fıkıhta da ictihad makamına erişmiş olmayan bir zât, tasavvufta mürşid-i kâmil ve mükemmil sayılamaz. Yani bu evsafta olmayana, velî denebilir; ama mürşid-i kâmil denmez. Bir âlimin fıkıhta ictihadda bulunmaması, fakih olmamasını iltizam etmez. Her ne kadar mürşid-i kâmil denen büyük âlimler, dört mezhebden birine tâbi olmuşlarsa da, bu onların fıkıhta ihtisasları olmadığını göstermez. Çok müctehid, salâhiyeti olduğu halde ictihad etmemiştir.

Hakikî İslâm âlimi, tefsirden, hadîse; kelâmdan fıkha, siyerden tasavvufa kadar bütün şer’î ilimlerde mütehassıs sayılır. Zira dinî ilimler tecezzi (bölünme) kabul etmez. Âlimler, zamanın icapları ve insanların ihtiyaçlarına göre, taksim-i a’mâl (iş bölümü) yapmışlardır. İmam Ebû Hanîfe’nin fıkıh ile tanınması, diğer ilimlerde, ezcümle hadîste mahir olmadığını göstermez. İmam Gazâlî, ekseri kelâm ve ahlâk üzerine eser vermiş olsa da, tefsir ve hadîste, hatta tasavvufta bir deryadır. Herkesin tasavvuf mesaisiyle tanıdığı İmam Rabbânî, aslında kelâmda müctehiddir. Nice eserleri bunun şâhididir. Bunlar ayrıca asırlarının müceddidi olarak tanınmış âlimlerdir.

Kime göre mevzu?

Lügatte ‘mevzu’ bir yere sonradan konulmuş demektir. Istılahta ‘Hazret-i Peygamber’in ağzından çıkmayıp da, bir yalancı tarafından uydurulmuş ve hadîs denilmiş söz’dür. Bu ise iki yol ile anlaşılabilir: Birincisi, sözün sahibi olan Resûlullah’ın, “Bu benim sözüm değildir” demesidir. İkincisi de, nübüvvetin başından, vefatına kadar hergün Resûlullah’ın yanında bulunup, her sözüne, her hâline, her huyuna titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında bu sözün bulunmaması ile anlaşılır. Bu yol ile de anlamak elbette mümkün değildir. Şu halde bir sözün mevzu olduğunu anlamak ictihadîdir. Usûl-i hadîs ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadîsin mevzu olduğunu ispat edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de mevzu demesi lâzım gelmez. Mevzu diyen müctehid, bir hadîsin sahîh olması için lüzûm gördüğü şartları taşımayan bir söz için, ‘Benim mezhebimin usul kâidelerine göre mevzudur. Bu sözün hadîs olduğu bence anlaşılamamıştır’ der. Hadîs usulü ilminin başka bir müctehidi de, sözün doğru olması için aradığı şartları bulunca, ‘mevzu değildir’ diyebilir.

Bir hadîsin sahih sayılmaması, mevzu olduğunu elbette göstermez. Hasen, hatta zayıf hadîs olabilir. Zayıf hadîs, haram ve farz için delil olmaz; ama bunlardan daha sıhhatli başka haberler ile teâruz [görünüşte farklılık] hâlinde olmadıkları müddetçe, nâfilelerde, ahbâr [dünyanın yaradılışı ve kıyamete dair haberler] ve kıssalarda delil olabilir. “Vatan sevgisi imandandır” sözü, bir ahkâm hadîsi değildir ki, zayıf veya mevzu olmasının dine bir zararı dokunsun. Şu halde bir âlimin sözüyle, bir hadîs için kat’iyetle konuşmak, usûle aykırıdır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, İmam Rabbânî gibi zâtların eserinde mevzû hadîs olduğunu söylemek, doğrusu büyük bir cesarettir. Acaba bu büyük ilim sahibi zâtlar, mevzu hadîsleri sahîhlerinden ayıramazlar mıydı? Yoksa hadîs uyduracak kadar mübâlatsız mı idiler? Hazret-i Peygamber’in hadîs uyduranlar için bildirdiği ağır cezalara aldırış etmeyecek kadar din kuvveti ve Allah korkusuna sahip değil miydiler?

Kaldı ki, bir fakih, hadîsleri tahkik ve delâletini tesbitte, bir muhaddisten yukarıdır. Bir hadîsin sıhhat ve mevzuya delâleti hususunda muhaddisin değil, fakihin ne dediği mühimdir. Nitekim A’meş, kendi rivâyet ettiği bir hadîsin hükme delâletini beyan eden Ebû Hanîfe’ye, “Biz muhaddisler eczacıyız; siz fakihler tabibsiniz. Tabib olmadan eczacının ilacı ne işe yarar?” buyurmuştur. İmam Gazâlî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, İmam Rabbânî gibi ümmetin neredeyse ittifakıyla bir yandan ilimde rüsûh kesbetmiş, öte yandan vilâyetin üst derecelerine erişmiş âlimler için, ‘fakih değildir, muhaddis değildir, burası onların söz söyleyeceği bir vâdi değildir’ diye dudak bükmek, en azından müslüman bir ilim yolcusunda evvelemirde aranan edebe muvafık değildir. İmam Gazâlî'nin kendisi için “Hadîs ilminde sermâyem azdır’ sözü, tevâzu sayılmasa bile, kendisinin mevzu hadîsi mevzu olmayandan ayıramayacak derecede olduğunu gösterir mi? Bir hadîsin sıhhatini Aclûnî bilecek, Sehâvî bilecek; ama Gazâlî bilmeyecek, Mevlânâ bilmeyecek, İmam Rabbânî bilmeyecek? Bu şaşılacak bir şeydir. Nihayet ‘Bu hadîsin sıhhati hakkında o böyle ictihad etmiş, bu böyle ictihad etti’ denir. Yoksa kimse yanılmaktan muarrâ değildir.

Hepsi ulaştı mı?

Hadîs-i şeriflerin zaptı ve kaydı Asr-ı Saadet’te başlamış; toplanması ise Emevîler devrinden itibaren cereyan etmiştir. Buna rağmen, İslâm tarihi boyunca bütün hadîs-i şeriflerin kayda geçirilmesi mümkün olmamıştır. Kayda geçirilen hadîs-i şeriflerin tamamının da bugüne ulaştığını söylemek yanlış olur. Bazı hadîs-i şerifler, yazılı olarak değil; ama sözlü olarak intikal etmiş olabilir. Nitekim sözlü rivâyet, aslında yazılı rivâyetten yukarıdır. Düşman istilâlarında İslâm dünyasındaki ilim merkezleri harab olmuş; âlimler öldürülmüş; kitaplar yok edilmişti. Müctehidin mevcud sünnet külliyâtına uymaz gibi görünen ictihadı, belki o zaman kaybolan bir hadîs-i şerîfe istinâd ediyor olabilir. Ulema arasında tedâvül eden ve hadîs-i şerif diye bilinen sözler de böyledir.

Hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi İmam Şaʽrânî (973/1565, hocalarından Şeyhülislâm Zekeriyya el-Ensârî’ye, “Başa sarılan sarığın iki omuz arasında bırakılacak ucunun, dört parmak uzunlukta olmasına sünnette işaret edilmişken; tasavvuf erbâbının bunu başa sarılan tülbendin en ucundan bir arşın bırakması hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormuştu. O da, “Onlar, Hazret-i Peygamber’den böyle bir rivâyet işitmiş olmasalardı, böyle yapmazlardı. Bildiğimize göre, Moğollar Bağdad’ı alınca, altını üstüne getirmiş; Bağdad’daki bütün kütübhânelerin kitaplarını, müctehidlerin, muhaddislerin eserlerini Dicle nehrine atmışlar; öyle ki nehir bu kitaplarla dolmuş, atlar dahi bu kitaplara basarak karşıya geçebilmişlerdir. İşte bu gün elimize geçmeyen ve bilmediğimiz nice hadîsler yok olup gitmiştir” diye edibâne cevap vermiştir. (el-Uhûdü’l-Kübrâ, 416)

Ne hoş belde!

Tekrar ‘vatan sevgisi’ meselesine dönülecek olursa: Mısırlı Şâfiʽî muhaddis Süyûtî (911/1505), ed-Dürerü’l-Münteşire eserinde “Vatan sevgisi imandandır” sözünün aslına vâkıf olamadığını söylüyor; ama mevzûʽdur (uydurmadır) diye kesip atmıyor. Mısırlı Şâfiʽî âlimi Sehâvî  (902/1497) ise, el-Makâsıdü’l-Hasene kitabında, bu sözün Dîneverî’nin Esmâʽî’den naklettiği bir hadîs olduğunu yazıyor (no. 386, s.183).

Mektûbât-ı İmam-ı Rabbânî’nin Farsça orijinalinin Gulâm Mustafa Han tarafından yapılan baskısının derkenârında, Sehâvî’nin el-Makâsıd kitabından ‘Hadîsin aslına vâkıf olamadım, ama mânâsı sahihtir. Sûfilere göre vatan ile Allahü teâlâya dönmenin kastedildiği anlatılır’ sözüne yer verilmiştir. Sehâvî, Hazret-i Peygamber’in hicretten sonra vatanı olan Mekke-i Mükerreme’ye duyduğu hasreti dile getirişini delil olarak veriyor. (s.183) Nitekim Hazret-i Peygamber, Mekke'ye hitâben şöyle buyurdular:  “Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir yerde ikâmet etmezdim” (Tirmizî). Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra, Hazret-i Ebû Bekr ve Bilâl’in vatan hasreti ile söylediklerini duyan Resulullah aleyhisselâm, “Ya Rabbî, bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir” buyurdu. Bunu Buhârî, Hazret-i Âişe’den rivayet eder.

Hattâbî (388/998) ve İbnü’l-Esîr (620/1223) rivâyetine göre hicâb âyeti inmeden evvelki bir zamanda, Mekke’den gelen Usayl el-Huzelî’ye [veya Gıfarî’ye; Gatafânî değil] Hazret-i Âişe ‘Mekke nasıldı?’ diye sordu. O da ayrıldığı sırada Mekke’nin etrafını, sokaklarını, havasını ve çiçeklerini anlatmaya başlayınca, müteessir olan Resûlullah aleyhisselâm “Yeter, bizi üzme!” buyurdu. Bir başka rivâyette ise “Anlat, anlat! Kalbleri, sevinçte bırakırsın!” buyurdu. Bu sebeple ulemâ ‘Vatan sevgisi imandandır’ sözünün aslı olmasa bile, mânâsının sahih olduğunu söylemiştir.

Aslı yok mu?

Aclûnî (1162/1749), Keşfü’l-Hafâ’da Sâğânî’nin “Vatan sevgisi imandandır” sözüne mevzûʽ, fakat mânâ olarak sahih dediğini; Sehâvî’nin ise “mânâsı sahih olmakla beraber, hadîs olarak aslına rastlamadım” sözünü nakleder (I/345-346, 413).

Aliyyü’l-Kârî (1014/1605) gibi, sahih hadislere bile mevzu demesiyle tanınmış müteşeddid bir müellif, mevzûʽ hadîsleri ele aldığı el-Masnûʽ kitabında da Sâgânî’den alarak hadîs hâfızlarına göre bu sözün aslının olmadığını iddia eder (s.189). el-Esrâri’l-Mevdûʽa kitabında da (s.189-190), bu söze mevzûʽ demekle kalmaz; mânâsının da doğru olmadığını; vatan sevgisi ile iman arasında irtibat kurulamayacağını söyler. “Eğer onlara, ‘Kendinizi öldürün!’ yahud, ‘Vatanlarınızdan çıkın!’ diye emretmiş olsaydık içlerinden ancak çok az kısmı bunu yapardı. Halbuki kendilerine verilen nasihati dinleselerdi, bu onlar için daha hayırlı olurdu” meâlindeki âyeti (Nisâ: 66) delil verir. “Bu âyet, onların vatanlarını sevdiklerini, ama imanlı olmadıklarını gösteriyor” der.

 Söz ve yazılarının kayd-ı ihtiyatla ele alınması gereken Aliyyü’l-Kârî’nin işaret ettiği âyet-i kerime, insanda vatan sevgisinin fıtrî olduğunu gösterir. Ancak ilahî irade, her çeşit arzu ve ihtiyaca tercih edilir. “Vatan sevgisi imandandır” sözü, “Temizlik imandandır” hadis-i şerifinde olduğu gibi, vatan sevgisinin, ancak müminlere yakışan bir haslet olduğu mânâsına gelir. Nitekim vatan sevgisi de, temizlik de, imanı olmayanlarda bile bulunabilir. Vatanını her sevene mü’min denmeyeceği gibi, temizliğe riâyet etmeyene de bu yüzden mü’min değildir, denemez. Edebiyat, bunu icab ettirir.

Halbuki İbni Âbidîn, yevm-i şekte oruç tutmayı anlatırken buyuruyor ki, “Hadîs âlimlerinin aslı yoktur, demesi, bu hadîsin merfûʽ olmasının aslı yoktur demek olup, mevkûf hadîs olduğunu bildirmektedir.” Mevkûf hadis ise, rivâyet eden sahâbîye kadar râvîleri hep bildirilip, sahâbînin, ‘Resûl-i Ekrem’den işittim’ demeyip, ‘böyle buyurmuş’ dediği hadîs-i şerîflerdir. Demek ki, bir hadîsin “aslı yoktur” şeklindeki ibâre, bu hadîsin uydurma olduğu mânâsına gelmez. Son asır muhaddislerinden Abdülfettâh Ebû Gudde, Aliyyü’l-Kârî’yi bu cihetle tenkit eder ve onun, hadîs ilminde ‘sahih değildir’ sözünün ıstılahî manasından habersizce ‘uydurmadır’ diye anlayan Zerkeşî’nin ekolüne mensup olduğunu söyler. Aliyyü’l-Kârî’nin üstâdının üstâdı Sehâvî de bu yoldadır. Netice itibariyle bir hadîs sahih olmayabilir; hatta zayıf olabilir; ama bu onun bâtıl, uydurma olduğunu göstermez.

Sufiyye-i aliyyenin büyüklerinden Necmeddin Kübrâ’ya (618/1221), “Vatan sevgisi imandandır, sözü hakkında ne dersiniz?” diye soruldu. “Böyle bir rivâyet vardır. Hazret-i Peygamber Mekke’ye iştiyak (hasret) duyuyordu. Onun bir şeyi sevmesi, ancak imandandır. Bu mevzu da böyledir” cevabını verdi. Bu husus, Necmeddin Kübrâ’ya bazı hadîslerin sıhhati üzerine sorulan suallere dair Süâlât Ecâbe ‘anhâ Ebu’l-Cennâb Necmüddîn el-Hîvakî el-Kübrâ adlı kitabında (varak 425a) mesturdur [yazılıdır].

Dünya vatanı

Tasavvuf literatüründe ‘vatan’, insanın devamlı kalacağı ‘âhiret’ için kullanılan bir tabirdir. İnsanın dünyada garib (yolcu) olduğuna işaret edilir. Nitekim “Dünyada garib [yabancı] yahud yolcu imişsin gibi bulun ve kendini ölmüş say!” hadîs-i şerifi meşhurdur (Buhârî; Tirmizî; İbni Mâce; Müsnedü Ahmed).

Vatan tabirinden, bedende, rıza-i ilahînin olmadığı nefsin hâkimiyetine karşı, Allah’ın rızasının bulunduğu ruhun hâkimiyeti de kastedilir. Burada insan artık karar eder, vatan edinir. Vilâyetin son mertebesine ulaşır. Bu kimselerin imanı artık bi-iznillah geri alınmaz. İmam Rabbânî hazretlerinin mektubunda geçen ifadenin devamından da bu mânâ sezilmektedir. Mesnevî’de, ‘Vatan sevgisi imandandır’ sözünün sahih hadîs olduğunu beyan eden 14622.beytin bir üstündeki beyitte şöyle diyor:

Ez demi hubbü’l-vatan begüzar me îst

Ki vatan ân sûst cân în sûy nîst

“Vatan sevgisinden dem vurma!

Çünki asıl vatan oradadır, burada değil!”

Mesnevî’nin yukarıda geçen 14622. beytinin şerhinde Tâhirü’l-Mevlevî (1370/1951) der ki: “Vatan sevgisi imandandır, hadîs-i şerifi sahihtir. Vatanı sevmenin imandan geldiğini bildirmektedir. Vatan, insanın ikâmet ettiği yere denir. Lügat mânâsı budur. Fakat örfî, ictimâî, siyâsî mânâları da vardır. Kimi kendi köyünü, hattâ köyündeki kulübesini yurdu bilir. Kimi kasabasını yurt addeder. Kimi ise milletinin bayrağı nerede dalgalanıyorsa, oraları, sevmeye ve korumaya mecbur olduğu vatan sayar. Doğrusu da işte budur. Bu mânâda vatanı sevmek ve muhâfazasına çalışmak hepimiz için elzemdir. Fakat sûfiyyece asıl vatan âlem-i ervâhdır. Onlar ‘Buradaki hıfz-ı vatan vazifesini ifâ etmekle beraber, asıl vatanı sevmeli ve oraya can atmalıdır’ derler. Nitekim ‘Dünyada yabancı, yahud yolcu imişsin gibi bulun ve kendini öldün say!’ hadîs-i şerifi, dünyânın vatan-ı mecâzî olduğuna ve âlem-i gurbet bulunduğuna delâlet ve şehâdet eder.” (s.581)

Mutasavvıfların vatan kelimesine tasavvufî izahlar getirmesi, bunun başka manalara delâletine zarar vermez. Hazret-i Peygamber, câmiʽü’l-kelîmdir. Az sözle çok şey anlatır. Âyet-i kerimelerden murad-ı ilahînin anlaşılması farklı farklı olabildiği gibi, hadîs-i şerifler de farklı manalara gelebilir; tek bir mânâya inhisar ettirilemez.

Maʽnevî vatan

İlk devirlerden itibaren müslümanlar, vatan olarak, müslümanların yaşadığı ve hâkim olduğu beldeleri anlardı. Nitekim başka hükümetler tarafından idare edilse bile, müslüman beldeleri vatan parçası olarak görülürdü. Hindistanlı bir müslüman Osmanlı topraklarına vizesiz girebilir; burada Osmanlı vatandaşı gibi muamele görürdü. Basit insan için vatan, ‘doğduğu değil, doyduğu yer’ olduğu gibi; her müslüman da, müslümanların hâkim olduğu yeri, vatan olarak görmüştür.

Mısırlı Prens Said Halim Paşa’nın (1340/1921) şöyle bir sözü vardır: “Müslümanın vatanı, şerîʽatin hâkim olduğu yerdir” Prens, “Her milletin millî kanun ve anʽaneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir maʽnevî vatan meydana getirir. Çünki insan topluluklarını bir millet hâline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, arazisini değil; kanun ve anʽanelerini kaybettiği için istiklâlinden olur. Bizim gibi vatan toprağını korumak uğruda asırlardan beri kanını cömertçe dökmüş bir milletin, maʽnevî vatanına karşı alâkasız kalıp, sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.” diyor. Nitekim şâir demiş ki:

“Bir beldenin neresinde anılırsa adın Allah’ım,

Tâ özümden en ücrâ köşelerinde sayarım vatanım”.

Nitekim ilk müslümanlar, doğup büyüdükleri, sevdikleri, onlara nice nimetlerini cömertçe sunan şerefli Mekke şehrini, sırf bu yüzden terketmiş; inançlarını rahatça yaşayabilecekleri Medine’yi vatan edinmişlerdi. Hazret-i Peygamber, Medine’ye giderken, “Sevdiğim yerden, Rabbimin sevdiği yere göçüyorum” demiştir. Hazret-i Peygamber, Mekke’de hicret ettiği Medine’yi vatan edindi. Burada yaşayan Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve müşriklerle bir anlaşma yaptı. Müşrik orduları gelip Müslümanları kuşattıkları zaman, Benî Kurayza Yahudileri, ‘müşterek vatan’ı koruyacakları ve Müslümanlara yardım edecekleri hususunda verdikleri sözü tutmadıkları için cezalandırıldılar. Mekke’nin fethinden sonra da başta Resulullah aleyhisselâm olmak üzere, çoğu geri dönmedi ve Medine’de kaldı. Diğerleri de iʽlâ-yı kelimetullah uğruna yeni fethedilen beldeleri vatan edindiler.

Mekke’nin fethi esnasında, Ensâr, yani Medineli müslümanlar, “Allah, Resulullah’a vatanının fethini nasib etti. Artık burada oturur mu dersiniz?” diye endişelenmeye başladı. Nitekim Mekkeliler hakkında umumi eman ilan edilmişti. Bunun üzerine bazıları kıskançlıkla, “Vatanına duyduğu hasret ve aşiretine merhameti, Resulullah’ı kapladı” dediler. Bunlar kendisine malum olan Hazret-i Peygamber, bu sözleri söylediklerini kendilerine beyan ettikten sonra, “Ey Ensâr cemaati! Ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim. Ben, Allah’a ve size hicret ettim. Benim için hayat, sizin hayatınızdır. Benim için memât [ölüm], sizin memâtınızdır. Bu sözden dönmekten, Allah’a sığınırım” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr gözyaşları içinde, “Vallahi, biz o sözü senden uzak kalmak istemediğimiz için söyledik!” dediler. (Müslim; Müsnedü Ahmed; Beyhakî; İbni İshak; İbni Hişam; Köksal, İslâm Tarihi, 6/397-398.)

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez” meâlindeki âyet-i kerime (Tevbe, 24), insanın, akraba, vatan ve mala olan râbıtasını inkâr etmemekte ve sevgisini yasaklamamakta; ancak bu râbıta ve sevginin sınırını çizmektedir. Eğer kişinin aile, akraba, vatan ve mallarına olan râbıta ve sevgisi, onu ilahî yoldan ayırıyorsa, bu âyet-i kerimenin şümûlüne girer. Zira Müslümanın şer’î hükümlere olan râbıtası, diğer bütün râbıtalardan yukarıdadır ve önce gelir.

Kur’an-ı kerimde eşkıyâya verilecek cezalar sayılırken (Mâide, 33), bulundukları yerden sürülmeleri de zikredilmiştir. İmam Şâfiʽî (204/820) der ki, “Bir kimsenin vatanından ve aşiretinden uzaklaştırılması belâ ve zillettir”. (Fethü’l-Bârî)

Bi’setin ilk yıllarında Varaka bin Nevfel’in “Bu gelen Nâmus-i Ekberdir [Cebrâil’dir]. N’olaydı kavmini davet ettiğinde genç olaydım. N’olaydı kavmin seni vatanından çıkardıkları zaman hayatta olaydım” deyince, Resulullah “Beni vatanımdan çıkaracaklar mı?” diye sordu. “Hiçbir peygamber yoktur ki, düşmanlığa uğramasın” cevabını verdi. (Buhârî) İbni Hacer der ki, “Resulullah’ın bu sözü, vatan sevgisine delâlet eder”. (Fethü’l-Bârî)

Buhârî’de Ebu Hureyre’den rivâyet olunur ki, “Sefer azabdan bir parçadır. İnsanın uykusunun ve yemeğinin intizamını bozar. Sizden biri seferde işini tamamladığı zaman, vatanına ve ailesine dönmekte acele etsin.” Nitekim sefer esnasında Cuma ve cemaatle namazlar; aile ve akrabaya karşı vecibeler aksar. İnsanın hayatı, vatanında kolaydır. Yine de şâir demiş ki: “Fakirlik, vatanımızda gurbet; mal ise gurbette vatan demektir."

Buhârî’de Kitâbü’l-Cihâd bahsinde ‘Vatana acele dönmek’ bâbında Ebû Humeyd’den rivayet edildiği üzere, Resulullah aleyhisselâm, Medine’ye acele dönmeyi severdi. Enes bin Mâlik de Resulullah’ın, bir seferden dönerken, Medine’nin binaları gözükünce, vatanına olan sevgisinden ötürü bineğini mahmuzladığını rivâyet eder. İbni Hacer (852/1449), bu meâldeki hadîs-i şerifleri, Medine’nin fazileti yanında, vatan sevgisine ve onu özlemenin meşruluğuna delil gösteriyor. (Fethü’l-Bârî)

Yine Buhârî’de Hazret-i Âişe’den haber verildiği üzere, Hazret-i Peygamber hastaya şifâ isterken ‘vatanımızın toprağı’ diyerek istigâse ederdi. Fethü’l-Bârî’de de diyor ki, “Resulullah aleyhisselâm, parmağını toprağa sürerek hastaya meshederdi. ‘Vatanımızın toprağı’ sözünden bunu vâsıta yaparak şifâ için dua ettiği anlaşılmaktadır. Nevevî burada bereketine binâen Medine toprağının kasdedildiğini söylüyor ise de,  Beydâvî, ‘Bu hâdise gösteriyor ki, vatan toprağı insan mizacının muhafazası, zararın def’i ve bazı hastalıkların şifası için tesirlidir. Misafir, vatanının toprağını ilaç olarak kullanır’ diyor. (Fethü’l-Bârî) Gurbet acısı çekenlerin ızdırabını çoğu kez bir şişe içindeki vatan toprağı hafifletir.

Mekke’nin fethinde, Hazret-i Peygamber, namazlarını seferde gibi kıldı. “Evinizde mi kalacaksınız?” sualine de, “[Amcazâdem] Ukayl bize ev bıraktı mı ki?” buyurdu. Nitekim Mekke’de Hazret-i Peygamber’in annesinden ve Hazret-i Hadice’den kalma iki evi vardı. Hicretten sonra, o zaman daha müslüman olmayan Ukayl bin Ebî Tâlib bunları, Hâşimoğullarından kalan diğer mülklerle beraber satmıştı. (Vâkıdî; Ezrâkî; İbni Sa’d; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye)

Esmâʽî der ki: “Bir adamı tanımak istiyorsanız, vatanına olan şefkatine, kardeşlerine olan düşkünlüğüne ve geçen zamana ağlayışına bakınız!” Arapça’da vatan kelimesinin mânâsı daha hafiftir. Bir yered mukîm olmak, ikâmet etmek, orada yurt tutmak demektir. Böyle olunca, yaşadığı, rızık temin ettiği yeri sevmek, mü’minin hasletlerinden biri olarak anlaşılmaktadır. Bir insanın, bir hayvanın, bir bitkinin, hatta bir işin neş’et ettiği (ortaya çıktığı) veya çokça bulunduğu yere de o şeyin vatanı derler. “Hurmanın vatanı, Arabistan’dır” sözünde olduğu gibi.

Vatan kelimesinin sonradan kazandığı politik, sosyal ve ideolojik mânâlar, sözün mefhumuna tesir etmez. Herkesin dilediğini anlaması, sözün aslını değiştirmez. Hadîs-i şerifin şümûlüne giren vatan ile sonraları buna yüklenen mânâ ve bu mefhuma çizilen sınırlar farklı olabilir. Vatanını korumak, bu yolda canını vermek makbuldür. Nitekim kütüb-i sittenin çoğunda (Buhârî; Müslim; Tirmizî) geçen, ayrıca Taberânî ve İbni Asâkir gibi başkalarının rivâyet ettiği “Kim malı uğrunda mücadele ederken öldürülürse, şehiddir” hadîs-i şerifi buna dairdir. Sınır şehirlerinde oturanlar (ehl-i ribât, murâbıtûn), vatanı korumak için sınırda nöbet tutanlar  hadîs-i şeriflerde övülür.

Bilâl-i Habeşî, Mekke’de o kadar sıkıntı çektiği halde, devamlı Mekke’yi özler; "Ey Allahım! Şeybe ibn Rebîʽa'ya, Utbe ibn Rebîʽa'ya ve Umeyye ibn Halef’e la'net et! Nitekim onlar bizleri vatanımızdan çıkardılar " diye beddua ederdi. Hurma bahçelerinde çalışırken bir yandan da, “Ah bilseydim, ne zaman etrafımı izhir ve celil otları sarmış olduğu halde Mekke vâdisinde bir gece geçirebileceğim? Ukaz’daki Mecenne suyunun başına varabilecek miyim? Şâme ve Tafîl dağları bana bir kere daha görünecekler mi?” meâlinde şiirler söylerdi. Buna rağmen, Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra, artık ne Mekke, ne Medine gözüne görünmüş; ömrünü Şam’da tamamlamıştır.

Halîfe Hazret-i Muaviye’nin, bedevî asıllı zevcesi Meysun’un Şam’da hiç mes’ud olmadığı ve hep çöl akşamlarının yıldızlı semalarını özlediği, buna dair söylediği içli bir kasideyi işiten Halife’nin, zevcesini sık sık uzun müddet kalması için vatanı olan bâdiyeye (çöle) gönderdiği anlatılır. Nitekim ‘Bülbülü altın kafese koymuşlar; ağlamış, inlemiş; demiş vatanım!’

Kalkın ey ehl-i vatan!

XIX. asır ortalarında bir askere köy meydanından fazla bir şey ifade etmeyen vatan mefhumu, bu asrın sonlarına doğru Osmanlı hâkimiyetinin hüküm sürdüğü beldeler için kullanılmış; halkın, dinin icabı olarak vatanını korumak vazifesine dikkat çekilmiştir. Bunda kaybedilen İslâm beldelerinden hicret edenlerin acıklı hallerinin de tesiri olmuştur. Namık Kemal gibi şairler, vatan mefhumuna Avrupaî bir mânâ kazandırmıştır. Onun, “A’mâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır” diye başlayan ‘Vatan Şarkısı’ o zamanki hislerin maʽsûmâne terennümüdür. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinde ‘Vatan’ adıyla çıkan gazetelerin sayısı belirsizdir. “Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünki biz!” diye başlayan İttihatçı marşı, vatan aşkından ziyâde, Jön Türklerin, eski devrin işini bitirme misyonunu terennüm eder. Genç subay Mustafa Kemal’in 1906’da Selânik’te kurduğu ve sonra İttihatçılara iltihak eden gizli cemiyetin adı da ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’dir.

Vatan kelimesi, bu devirde en çok istismar edilen mefhumlardan biri olarak, hep muayyen çevrelerin açık veya gizli maksatlarının tahakkuku için halka karşı kullandığı bir kılıf, hatta üstü tapalı militer bir tehdit teşkil etmiştir. Kitleleri ‘vatan’ sözüyle tahrik ve teşvik etmek, meçhul hedeflere sevketmek mümkün ve kolaydır. İttihatçılar, memleketi felâkete sürükledikleri bir zamanda Neyzen Tevfik,  Nâmık Kemal’in meşhur,

“Kalkın ey ehl-i vatan, biz de şâdân olalım,

Din ü millet uğruna haydi kurban  olalım” beyitini ima ederek,

“Kalkın ey ehl-i vatan dediler, kalktık;

Onlar oturdu, biz ayakta kaldık” şeklinde mukabele etmişti. 1945’de Tanîn gazetesi muharriri [yazarı] eski İttihatçı Hüseyin Cahid, “Kalkın ey ehl-i vatan” başlıklı makalesinde, Tan gazetesini komünistlikle suçlamış, ertesi gün matbaa basılmıştı. 1950’lerde demokrat parti taraftarlarının kurduğu siyasî teşkilatın adı da ‘Vatan Cephesi’dir. Gerçekte olmayan millî hisleri kullananların, ‘Vatan/Millet/Sakarya’ diye alaya alınması biraz da bu sebepledir.

İttihatçıların ideologu ve Türkçülük fikrinin kurusu sayılan Ziya Gökalp,

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan”

beytiyle, vatan mefhumuna kendince geniş ve romantik bir mânâ katsa bile, vatan tabirinin mefhumu mecburen daralmış ve belirsizleşmiştir. Atatürk, 1935’de vatanı şöyle tarif eder: “Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlığını muhafaza eden eserleriyle yaşadığı bugünkü siyasî sınırlarımız içindeki kutsal varlıktır.” (CHP programı)

Mekteplere konulan ‘maʽlûmât-ı vataniyye’ dersi bu devre aittir. Sonradan ‘vatandaşlık dersi’ adını almış ve daha epik, hatta militer bir havaya büründürülmüştür.  Hatta ‘Vatan sevgisi imandandır’ hadîsinin uydurma olduğunu ispata çalışan bazı modernistler bile, şâir Âkif’ten misallerle bu mânâyı takdisten geri durmamışlardır.

Bugün Arap devletlerinde de vatan tabirinden, beled (devletin ülkesi) anlaşılır. Fas, Ürdün gibi bazılarında dağa taşa yazılan “Allah-Vatan-Melik” sözü, millî slogandır. Arap marşları ekserisi “Vatanî” (Vatanım) diye başlar. Vatandaş (muvâtın) tabiri bile, resmî bir mahiyet taşır.

“Vatan sevgisi imandandır” sözü, zamanla hakikî mefhumundan uzaklaştırılarak, farklı düşüneni ve yaşayanı ötekileştiren ulus-devlet konseptine uygun bir vatan sevgisi telâkkisine, mukaddes bir referans olarak verilmektedir. Tıpkı hazine için ‘tüyü bitmedik yetimin hakkı’; vergi için ‘vergilendirilmiş kazanç kutsaldır’; işçiler için ‘çalışmak ibâdettir’; askerlik için ‘peygamber ocağı’ tabirlerinde olduğu gibi. İslâmî kanattan bazılarının hadîs-i şerife karşı çıkarak uydurma olduğunu söylemesi, bu tasavvura bir reaksiyon olsa gerektir.

Gurbet o kadar acı ki...

Hazret-i Peygamber, “Rızkının vatanında verilmesi, kişinin saadetindendir” buyuruyor (İbni Asâkir). Rızık temini için, vatanından ayrılmak mecburiyetinde kalmak, bedbahtlıktır. Ziyâ Paşa der ki:

Vatana me’lûf olan, bî-sebeb terk-i diyâr etmez,

Zarûretsiz cihânda kimse gurbet ihtiyâr etmez”.

İnsanın, hiç akrabası olmasa bile, doğup büyüdüğü yerlere gitmesi, gezmesi, görmesi, kalbde rikkat (yumuşaklık) meydana getirir. Kalbde rikkat ise, bir insan için yüksek bir hal ve meziyettir.

Hemşehrilik hissinin de temelinde bu vardır. Amerika’da yaşayan bir Türk için ‘vatan’ Türkiye; Türkiye’deki için, kendi şehri; şehrinde, kasabası, kasabasında ise köyüdür. Köyde bile aynı mahallede yaşayanlar arasında müşterek vatan şuuru vardır. Halk, hemşehriyi, vatandaşa tercih eder. Çünki vatandaşlığı, resmî ve zorlama bir kategori olarak görür. Memlekette iken selâmı sabahı olmayan bir hemşehrisini, gurbette rastladığında kucaklaması da bu hissiyatın eseridir.

İnsan kalbiyle bir yere bağlıyken, gönlünün diğer tarafında, başka bir vatanın hasretini çekebilir. Bugün en eski anayurtları Moğolistan sınırları içinde kalmış Türkler için vatan neresidir? Hazar doğusundan, Horasan’a, oradan Anadolu’ya hicret eden Türkmenlerin vatanı neresidir? Konya’dan, yeni fethedilen Rumeli’ye yerleşen; beş asır sonra tekrar Anadolu’ya dönüp herhangi bir köye iskân edilen Evlâd-ı Fâtihân’ın vatanı neresidir? Rus işgalcilerin önünden Anadolu’ya ve Suriye’ye hicret eden Kafkasyalıların vatanı neresidir? Endülüs, Sicilya, Kırım, Girit muhacirlerinin vatanı neresidir? Vatan, sadece doğup büyüdüğü, atalarının gömüldüğü, akrabalarının yaşadığı yer olmasa gerektir. Belki insan kendisini nereye ait hissediyorsa, vatanı orasıdır.

Bibliyografya:

Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned; Aliyyü’l-Kârî,  el-Masnû‘ fî Ma‘rifeti’l-Hadîsi’l-Mevdû‘ (Mevdû‘âtü’s-Suğrâ); Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâri’l-Mevdûʽa; Âsım Köksal, İslâm Tarihi; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ; Buhârî, es-Sahîh; Câhiz, el-Hanîn ile’l-Evtân; Cevdet Paşa, Maʽrûzât; DİA, ‘Vatan’; Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi Ansiklopedisi; İbn Sa’d; et-Tabakât; İbni Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr; İbni Hacer, Fethü’l-Bârî; İbni Hişam, es-Sîre; İbni İshak, el-Megâzi; İbni Mâce, es-Sünen; İmam-ı Rabbânî, Mektûbât; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye; Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî; Muhammet Yılmaz, Bazı Hadislerin Sıhhat Durumuna Dair Ünlü Sûfî Necmüddîn el-Kübrâ’ya Yöneltilen Sorular ve Cevapları; Muhittin Eliaçık, Çerkeşîzâde Muhammed Tevfik Efendi’nin Vatan Kasidesi; Müslim, es-Sahîh; Sâgânî, el-Mevdûʽât; Said Halim Paşa, Buhranlarımız; Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene; Süyûtî, ed-Dürerü’l-Münteşire; Şaʽrânî, el-Uhûdü’l-Kübrâ; Taberânî, el-Muʽcem; Tâhirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî; Tirmizî, es-Sünen.