TEKÂLİF-İ MİLLİYE, NAM-I DİĞER HARB VERGİLERİ

Ordunun finansmanı, hükümetleri her zaman düşündürmüş; çoğu zaman da harblerin neticesini tayin etmiştir.
13 Nisan 2020 Pazartesi
13.04.2020

Tekâlif, külfetten gelen teklif’in çokluk hâlidir ki, mükellefiyet ve vergi demektir. Hükümetler, harb ve benzeri haller vesilesiyle ekstra vergi toplamayı, mevcut vergileri arttırmayı ve halkın elindeki stratejik mallara el koymayı âdet edinmiştir.

İttihat ve Terakki devrinde Balkan Harbi arefesinde 13 Ağustos 1912 tarihinde çıkarılan Harb Vergisi Hakkında Kanun, yeni vergiler getiriyor; mevcut vergileri de 3 yıllığına arttırıyordu. Seferberlik üzerine 9 Ağustos 1914’te çıkarılan Tekâlif-i Harbiye Kanunu, vergileri arttırdığı gibi, ahalinin malına el koyma salahiyeti getiriyordu.

Cemal Paşa’nın da ifade ettiği gibi, Cihan Harbi ateşine hevesle atlayan hükümetin, kasasında beş parası yoktu. Harb masraflarının bir kısmını Almanya karşılamış; geri kalanı halkın sırtına yüklenmiştir.

Kanun, hangi mallara el konacağını söylememiş; askerî ve mülkî azalardan müteşekkil tekâlif-i harbiye komisyonunun takdirine bırakmıştı. Komisyon, istediği mala fiyat biçip, tüccarın veya ahalinin eline bir makbuz verecek; seferberlik bitince parası ödenecekti. Tekâlif-i harbiyeye uymayanlar, divan-ı harbe (sıkıyönetim mahkemesine) çıkarılacaktı.


Askere havyar

Tekâlif-i harbiyenin toplanış tarzı çok garip bir şekilde cereyan etmiştir. Mesela bir mülâzım (teğmen), birkaç askerle beraber bir büyük mağazaya gidip ne bulursa alır; tüccarın eline uyduruk bir mazbata verirdi.

Harp vergisi olarak zapt edilen eşyanın arasında havyar bulunduğu söylenmiş;  askere havyarın ne lazım olduğunu dile getirenlere, hastalara ve nekahatte bulunan askerlere verilebileceğini düşünerek hayra yoranlar olmuştu. Sonradan görüldü ki, çocuk bezleri, dantelalı yatak takımları bile tekâlif-i harbiye diye alınmıştı.

Kadın çorapları, kadın çamaşırları, çocuk ayakkabıları, şampanya, konyak, mutfak ve sofra takımları, elhasıl çarşı ve mağazalarda satılan her nevi yiyecek, içecek, giyecek, bir takım alât ve edevat, tekâlif-i harbiyeye dâhil olmuştu. Sonradan şurada burada, anbarlarda meydana çıkıp, maliye tarafından satılan eşya, neler cereyan ettiğini gösterdi.

Yapanın yanına kâr

Her nevi ehli hayvanlara el konulmuştu. İstanbul’da zabit ve yüksek memurlardan çoğu bu sayede at ve araba sahibi oldu. Arpanın okkası 20 kuruşa çıktığı halde, bunlar at ve arabayı muhafaza edebildi.

Başka yere götürülemez denerek birçok eşya zapt ve müsadere olunuyordu. Bu zapt ve müsadere o kadar ileriye gitmişti ki, açlıktan pek fena halde bunalan İstanbul ahalisi, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, civara giderek yiyecek tedarikine mecbur olmuştu.

Sepet içinde birkaç okka yiyecek getirip ailelerini açlıktan kurtarmaya çabalayanların karşısına, iskele ve istasyonlardaki zabitleri çıkıp ellerindekini müsadere ediyorlardı. Sahibine para ödenmediği gibi, bunlar devletin depolarına da konmuyor, alanlar yiyip içip, artanı satıyorlardı.

Yiyeceğe ait her türlü maddenin nakli yasaktı. Bir yolcunun yolluk olarak yanına aldığı gıda da müsadere edilirdi. Pek müşkülatla ve birçok İttihatçı memurun iltiması ile vesika alınarak tek tük Bursa, Bandırma, İzmit’e gidenler; bir bez parçasına sarılı olarak getirdiği peynir, ekmek, yağ gibi şeyleri Galata’da satardı. Sonra bu da yasak edildi.


Mezarlığa götürün

Bandırma iskelesinden fazla mikdarda ekmek getirip satmaya girişmiş olan bir kadının 40 okka kadar ekmeği zapt olununca, zaten sermayesi bu ekmeğe verdiği paradan ibaret olan kadın, kendini denize atarak intihara kalkışmıştı. Orada bulunanların çıkarttığı ve hâlâ kendine gelemeyen kadını, iskele kumandanı olan zabit, “Bununla fazla uğraşmaya lüzum yok, mezarlığa götürünüz!” diyerek kaldırtmıştı.

Evler de müsadereden nasibini almıştır. Çok kişi, evine yerli yersiz el konularak sokağa atılmıştır. Mahalle aralarında kocaman konaklar üzerinde “filan bölüğün ikinci takım kumandanlığı karargâhı” gibi garip levhalar görülüyor; bazı evlerin kapı ve pencereleri sökülerek götürülüyordu. Ecnebilere ait mektep ve sair binalara da el konuldu ki, harb kaybedilince galipler bunun acısını çıkaracaklardır.

Boğulan feryatlar

Mesela askeriyenin 9 kuruşa el koyduğu yünü, 25 kuruşa sattığı, 1916’da mecliste dile getirilmiştir. Kanunun kötü tatbik edildiğini, bunun da herkeste derin bir şikâyet ve feryat uyandırdığını İttihatçı maliye nazırı Cavit Bey bile hatıralarında dile getirmektedir. Ancak sansür sebebiyle, halkın feryatları hiçbir yere ulaşamamıştır.  İttihatçı gazeteci Ahmet Emin Yalman, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye kitabında, tekâlif-i harbiyenin, düzensiz, kanunsuz ve ayrım yapmaksızın tatbik edildiğini söyler.

Hükümetin 4 yıl boyunca harbe harcadığı 320 milyon liranın 50 milyonu tekâlif-i harbiyeden karşılanmıştır. Bir de bütçeye girmeyen vurgunlardan söz edilebilir. Nitekim bunun mühim bir mikdarının suiistimal edildiği sonradan ortaya çıkmış; 1930’larda buna dair 5 milyonluk bazı davalar görülerek, faillerine ceza verilmiştir. Bunlar o zamanki gazetelerde haber olarak çıkmıştır.

Harbin mağlubiyetle bitip, mesullerinin yurt dışına kaçmasından sonra tekâlif-i harbiye geri ödenememiş; harbin getirdiği felâketler yanında bunlar da halkın sırtında tamiri imkânsız bir yük olarak kalmıştır. Komitecilere olan yakınlığı sebebiyle harb zamanı karaborsacılık, vagon ve koli ticareti yoluyla vurgunu vuranlardan, harb zengini veya yeni zengin adıyla yeni bir sınıf türemiştir.

Bunlar, o zamana ait hatıratların hemen hepsinde dile getirilir. Bunlardan bir tanesini “Bir İhtiyat Zabitinin Hatıraları - Birinci Umumi Harpte ve Mütareke Günlerinde İstanbul” adıyla Şevket Rado, Hayat Tarih Mecmuası’nda neşretmiştir (Şubat 1971)

Hokkabazın tılsımlı değneği

Hüseyin Rahmi, Cihan Harbi esnasındaki tekâlif-i harbiyeyi Hakka Sığındık romanında bakın nasıl anlatıyor:Bir zâbit elinde tekâlif-i harbiye kamçısıyla bir ticarethaneden, bir depodan içeri girdi mi, hokkabazların tılsımlı değnekleri gibi bunun ucunu nereye uzatsa, önünde yüzlerle fıçı fıçı yağlar, teneke teneke gazlar, çuval çuval şekerler, küfe küfe pirinçler, balya balya yünler, pamuklar, kumaşlar, işaret ettiği yere doğru akıp gidiyordu.

Bu eşya arasında kimi kez askere hiç yaramayan, yarayacağı düşünülmeyen danteller, yelpazeler, ajurlu ipek çoraplar, kolonyalar ve benzerleri vardı. Bu zâbit, bir kâğıdın üzerine iki üç rakam çızıktırınca, piyasadaki eşyanın tümünü kaldırabilirdi. Fevkalade salahiyeti vardı, buna gücü yeterdi.”


Yiyin efendiler yiyin

Halk süpürge tohumundan ekmek yerken, İttihatçılar ve sempatizanları, vagon ticareti ve karaborsacılık sayesinde zengin oldu. Herkesin bulamadığı bulgura Enver Paşa pirinci dendi. Başta İttihatçıların yanındaki Tevfik Fikret bile “Yiyin efendiler yiyin!” diye başlayan şiiriyle bunlardan yüz çevirdi.

Refik Halid der ki: “Sultan Hamid devrinde, kuşağında veya koynunda gizlice getirdiği bir miktar altın sermaye ile bir köylünün, birkaç sene zarfında, düğününe nazırlar gelecek kadar mevki, servet yapmış bir tüccar olması imkânsızdı. Yani şu harp yıllarındaki gibi çarçabuk milyoner ve nüfuz sahibi kesilmesi olacak şey değildi. Zira ticaret âlemi o devirde an’anelere bağlı, zenginlik ise zamana muhtaçtı. Türedi iş adamı çok güç ve çok geç yetişirdi.”

Refik Halid’in, İttihatçılar’ın kaçışı ardından yazdığı “Efendiler nereye?” serlevhalı makalesi pek meşhurdur.

Bulgur Palas

Samiha Ayverdi anlatır: “İstanbul öylesine açtı ki vesika ile halka verilen ekmek, öğütülmüş mısır koçanı ve süpürge tohumu içine karıştırılmış terkibi belirsiz bir undan yapılmakta idi. Kabuk tutmadığı için doğrudan fırına salınamayan bu halîta tepsilerde pişiriliyordu. Sofralara adeta ıslak bir hamur olarak konan bu ekmek, ertesi güne, hatta akşama kaldığı zaman darı gibi tanelenip dökülüyordu. Mamafih halk öylesine açtı ki, açıktan bir vesika kuponu tedarik ederek bir miktar daha bulabilmek için muhtarlara başvurmasına ya da kapı kapı dolaşarak kupon aramasına rağmen eli boş dönenler çoklukta idi.

Enver Paşa'nın Hasene isminde güzel bir ablası vardı. Halazadem ile de ahbaplık ederdi. Babam da kocasını [Miralay Nazım] tanırdı. Enver Paşa'nın eniştesi olan bu adam da, ortada har vurulup harman savrularak yağmalanan milli servet ve milletin hakkından kendisine büyük paylar çıkaran bir kimse idi. Bir gün babam dayanamamış ve ‘… Bey, memleket her bakımdan inim inim inlerken biraz da vatanını düşünsen ya!’ sözüne, ‘Aman Hakkı Bey ne diyorsun sen, vatan benim cebim diyerek’ telaşla elini cebine vurmuştur. (Bağ Bozumu, 52, 56, 59)

Muharebelerin en kanlı ve hezîmetlerin artık saklanamaz hale geldiği günlerden bir gün, İstanbul muhteşem bir düğün sefâsının haberiyle çalkalanır oldu. Almanların sahte putu ve Cermen menfaatlerinin gâfil kuklası Enver Paşa, kızkardeşlerinden Mediha Hanım’ı Kâzım [Cumhuriyet devrinin genelkurmay başkanı Kazım Orbay] Bey isminde genç bir zabit ile evlendiriyordu. Düğün Büyükada’nın Yat Klübü’nde yapılacaktı. İktidarın ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenleri ile Merkez-i Umumî’nin tacsız sultanları, Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa'ya şirin görünmek için hediye yarışında rekabet ederek düğüne hazırlanmışlardı. Hazırlıkları da gerçekten boşa çıkmamıştı. Zira düğün tahminlerinden de muhteşem oldu. Tatlısı ile tuzlusu ile, şerbetleri, dondurmaları ile, Tokatlıyan’da hazırlanan düğün yemekleri, sallarla [motorların çektiği dubalarla] Ada’ya taşınmış ve eğlencelerin dedikodusu yalnız Büyükada’yı değil, İstanbul’u yerinden oynatmıştı. Aç, fakat kibar İstanbul, kendisine revâ görülen bu hakareti de hazmetti. Ama konuşmadı değil, konuştu. Hem öylesine konuştu ki, çizgilerini âdetâ târihin hâfızasına kazıyıp nakşetti. (Bir Dünyadan Bir Dünyaya, 124-125)

Babam 1914-1918 Birinci Cihan Harbi’nden evvel emekli olmuş bulunmasına rağmen harp çıkınca yeniden askere alınıp levazımata verilmişti. O kıtlık, açlık, ateş, kan ve türlü ızdıraba karşılık bir de hezimet ve mağlubiyet haberleriyle daha da perişan olan İstanbul halkını büsbütün çileden çıkaran, harp zengini denen sınıfın gaddarlık ve hırsızlığı idi. Öyle ki birçokları için nimetlenmeğe bundan elverişli bir fırsat olamazdı.

Etin, şekerin ve unun adını çoktan unutmuştuk. Fakat harp zengini denen bir zümre, beylikten vagon ele geçirip, Adana ve havalisinden buğday getirterek, el altından beyaz ekmek yapılmak üzere satıyor, vesika ile 50 paraya alınan ekmeğe 25 kuruş talep ediyorlardı. İşte bu yüzden de halk esprisi, bu can yakıcı zümre mensupları ile için için “harp zengini” diye alay ediyordu. Mesela Bolu Meb’usu Habib Bey’in [Fatih’teki konağının] lakabı, Bulgur Palas’dı. Kimine ise Topal Hırsız [ordunun iaşesine bakan levazım reisi Topal İsmail Hakkı Paşa] adı takılmıştı.

Bu arada babam devrin meşhurlarından levazım reisi İsmail Hakkı Paşa’dan bir darbe yedi. Şöyle ki: Kadıköy fırınlarında un veren Acemyan ismindeki Ermeni tüccarın hileli muamelelerine göz yummayan babam, bir türlü bu adamla başa çıkamıyor, neticede de geçinemiyordu. Zaten halka yedirilen ekmek, kahverengi, ıslak ve içinde öğütülmüş mısır koçanı ve süpürge tohumu ile mısır unundan mürekkep bir acayip madde idi. Demek ki Acemyan, hayvanların bile zor yiyebileceği bu hamurun kalitesini daha da düşürüp kötületerek bir kat daha kârını arttırmak için uğraşıyor ve babam da bu yüzden onunla mücadele ediyordu.

Gürültü ile geçen aylardan sonra bir gün levazım reisi İsmail Hakkı Paşa babamı çağırarak ‘Hakkı Bey, Acemyanla anlaş!’ teklifinde bulundu. Babam ise bu teklifin bir tehdit olduğunu anlamış bulunmasına rağmen, ‘Hayır paşam, anlaşamam. O bir hırsız’ cevabını verince paşa, ‘Öleyse istifa et!’ emrini veriyor. Böylece de babamı bir başka tarafa naklediyorlar. (Ne İdik Ne Olduk, 129-130)

Komşumuz Evrenoszade Şehime hanımefendinin konağı asker işgalinde idi. Evimizin karşısına düşen müştemilatında ise gene ordunun beylik atları bulunuyordu. Ama şahıs malı cins atlar vardı ki bunların sahibi olan bir binbaşı hemen her gün hayvanlarını görmeye gelirdi. Binbaşının atlarını dolaşmaya gelişinde bir fevkaladelik yoksa da bizim için günün meraklı hadiselerinden sayılırdı. Bizi dışarıdan göstermeyen pencere kafeslerinin mahremiyeti arkasından, binbaşının eliyle atlarına kesme şeker yediğini seyrederdik. Annemin hasta büyük annemiz için okkasına 5 altın vererek bir harp zenginden satın aldığı şekeri bu adamın atlarına ikram edişi, biz çocuklar ve gençler için gerçekten görülmeye değer bir hazin manzara idi. (Ne İdik Ne Olduk, 132)"

Çapulcu siyasiler

Memleketi felakete sürükledikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi tekrar iktidar mücadelesine kalkışan İttihatçılar hakkında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Evlere Şenlik romanında diyor ki: “Halkın parasını Arabiyül-ibare vakfiyelerle dolaba koyan çapulcu siyasiler, şimdi nerdesiniz? Bazılarınız milletin gözyaşı imbiğinden çektiğiniz servetlerle kasalarınız dolu, suratlarınız tertemiz, lordlar gibi menfalarınızdan avdet ettiniz. Kanına ekmek doğradığınız Türklerin arasına yine katıştınız.

İktidarınız, hamiyetiniz, bir küçük memuriyeti hüsn-i idareye kâfi değilken, her birinizin devletin mehamm-i umurundan sekiz on büyük dolabınız vardı. Çevirdiniz, çevirdiniz, dünyanın altını üstüne getirdiniz. Türkü ezdiniz, ezdirdiniz. Soydunuz, soydurdunuz. Astınız, kestiniz. Sürdünüz, süründürdünüz. Şimdi hayran hayran mazlumlar arasında dolaşıyorsunuz. Söyleyiniz, geçen kanlı devrin mesulleri kimlerdir? Bunları yerde mi, gökte mi arayacağız? Hokkabaz değnekleri sizin ellerinizde idi. Bütün vukuata siz kumanda ediyordunuz. Bir işaretinizle kanlar sel gibi akıyor, alaylar, ordular takımıyla batıyordu.

İtalya'da, Cote d’Azure’de, İsviçre'de gezip tozduğunuz kâfi. Şimdi de biraz hudutları dolaşınız. Çöl külhanları içinde kanları tüterek can vermiş, buzlar arasında kemikleri donmuş şehit yığınları görünüz. Memleketin bağrındaki harabeleri, viraneleri dolaşınız. Kalbinizden yine kendinize karşı nefretler, lanetler kabarmaz ise, canavar yaratılmış olduğunu anlayınız. Cehenneme girseniz ateşi duymayacak hissizlerden bulunduğunuza sevininiz. Ufak bir yangını söndürmek vesaitine malik olmayan bir millet, cihan harbinin ateşine saldırırsa böyle olur.

Milleti şeni bir mahkum gibi cihan siyasetgâhına çıkartan makalelerinizi, hitabelerinizi bugün gözden geçiriniz. Kimsenin telinine lüzum kalmaz. Fakat bu saatte hepinizin koltuklarınızın altında pek musanna tertip olunmuş tebriyenameler vardır. Allah’ı, melekleri, şeytanları, insanları bir daha aldatmak istersiniz.”

10 Emir

Ankara kuvvetleri, Yunan ordusu karşısında gerileyip, Sakarya nehri kenarında mevzilendiği sırada; Mustafa Kemal Paşa, meclisten başkumandanlık salahiyeti almış; ilk işi 7-9 Ağustos 1921 tarihinde tekâlif-i milliye denilen 10 tane emri çıkarmak olmuştur.

O zamana kadar Kuva-i Milliye zaten halktan hem asker toplar, hem de ahalinin elindeki mallara el koyardı. Bu ise memleketin her köşesinde kanlı bir şekilde bastırılan isyanlara sebep olurdu. Şimdi bu müsadereler, kanuni bir zemine oturtulmuş oluyordu. İttihatçıların çıkarttığı tekâlif-i harbiyeden farklı olarak hangi kalemlere zorla el konulacağı da açıklığa kavuşturulmuştu.

Buna göre her ev birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp komisyona verecektir. Halkın elindeki her çeşit bez, kumaş, yün, tiftik, pamuk, kösele, deri, ayakkabı, çivi, iplik, nal, demir, hayvan koşumları, ip ve urgan, hububat ve bakliyat, hayvani yağ, gazyağı, sabun, tuz, çay, mum, otomobil ve kamyon lastiği ve parçası, makine yağı, telefon makinesi, kablo, tel, pil, asit, tutkal gibi maddelerin % 40’ı; her çeşit binek ve yük hayvanı ile araba ve kağnıların % 20’si, bedeli sonradan ödenmek üzere müsadere edilecektir. 

Elde kalan nakil vasıtalarıyla, ayda bir 100 km. parasız askeri nakliyat mecburiyeti getirilmiştir. Halk, elindeki silah ve cephanenin tamamını askeriyeye teslim edecektir. Demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç ve arabacılar askeriye hizmetinde çalışacaktı. Maaşlar bir ay verilmedi; verilenlerden de her ay yüzde yirmi tevkif edildi. Sürgün edilen gayrı müslimlerin veya Ankara hareketini desteklemediği için İstanbul’a kaçmak mecburiyetinde kalanların bıraktığı mal ve mülklere (emvâl-i metrukeye) de el konmuştur.

Vatana hıyanet

Her yerde Tekâlif-i Milliye Komisyonları kurulmuştur. Bu emirlere uymayanları cezalandırmak üzere Ankara’dan başka birer İstiklal Mahkemesi, Kastamonu, Samsun, Eskişehir ve Konya mıntıkasına gönderildi. Kanuna uymayanlara, vatan haini sıfatıyla idam, teşhir, mal ve mülküne el koyma veya yakıp yıkma, köy ve mahalleye ağır para cezası gibi cezalar verilecekti.

Mamafih tekâlif-i milliyenin toplanmasında her zaman bu nispetlere dikkat edilmiş değildir. Umumiyetle tekâlif-i milliye komisyonlarının suiistimali sebebiyle, bazı yerlerde ahalinin elindeki malların neredeyse tamamına el konulmuştur. Nitekim Dumlupınar Muharebesi’nden sonra, Fahreddin Altay’ın, etraf kazalara yolladığı bozulan Yunanları takip etme emrine, o zaman Aziziye (Emirdağ) kaymakamı olan dedem şöyle cevap vermişti: “Paşam, dâhil-i kazada, sırtına binip düşmanı takip edecek bir merkep bile kalmış değildir!”

Ödendi mi?

12 Nisan 1923’te el konulan malların kıymetinin ödenmesi için “Düyûnât-ı sâbıkanın sureti tediyesine dair kanun” çıkarıldı. Bu eski borçlar, alacaklıların hükümete olan borçlarıyla takas ve mahsup edilecekti. Borcu olmayanların, 100 liraya kadar olan alacakları def’aten; 100 liradan fazlasının ise sadece % 25’i ödenecekti. Kanun müzâkereleri esnasında, gayrı müslimlere ödeme yapılmayacağı açıkça beyan olundu.

Böylece Ankara hükümetinin tekâlif-i milliye borcu –maliye vekili Hasan Fehmi Bey’in meclis konuşmasında beyan ettiği üzere- 6.361.634 lira iken, 1924 bütçesine bunun için sadece 3 milyon lira tahsisat kondu. Bununla borçların bir kısmının olsun ödendiğine dair bir bilgi ve vesika yoktur. Sonraki yılların bütçesinde de böyle bir kalem bulunmamaktadır.